11 Eylül Sonrasında Güvenlik Konseyi Ekseninde Birleşmiş Milletler ve İslam Dünyası*

Prof. Dr. Berdal Aral / İstanbul Şehir Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, Öğretim Üyesi

Esas itibariyle uluslararası barış ve güvenliği muhafaza etmek maksadıyla İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler (BM) örgütü, kısa bir süre içinde sömürgeciliğin inişe geçtiği bir dönemde İslam dünyasını adeta yeniden kıskaca almanın bir aracı haline gelmiştir. Filistin topraklarının büyük çoğunluğunun 1947 yılında BM Genel Kurulunca kabul edilen (bağlayıcılığı çok kuşkulu) 181 sayılı karar çerçevesinde bu topraklarda işgalci olarak bulunan Yahudilere peşkeş çekilmesi, Müslüman ülkeler ve toplumlar açısından, aslında bu tarihten sonra yaşanacak olan acıların ve ihanetlerin habercisi gibiydi. Soğuk Savaş döneminde BM ne İsrail’in Arap komşularını hedef alan saldırganlıklarına ‘dur’ diyebilmiş, ne ABD’nin ve İngiltere’nin Ürdün ve Lübnan gibi Ortadoğu ülkelerine yönelik askeri müdahalelerini engelleyebilmiş, ne halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan ve fakat Hindistan tarafından gasp edilen Keşmir’in özgürlüğüne giden adımları atabilmiş ve ne de, küresel mütehakkim güçlerin de kışkırtması ve desteğiyle, 1979’da gerçekleşen İslam devrimiyle birlikte sömürgen ve adaletsiz dünya sistemine baş kaldırmış olan İran’a 1980 yılında saldıran Irak’a karşı herhangi bir pozisyon belirleyebilmiştir.

ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’nın ‘sürekli üyeler’ olarak aynı zamanda ‘veto yetkisi’ne sahip olduğu BM Güvenlik Konseyi, 1990’ların başlarında tarihe karışan Soğuk Savaş sonrasında da, almış olduğu ‘önemli’ kararlarda hemen her zaman ‘ideolojik’ ve ‘politik çıkar’ eksenli yaklaşımlar sergileyerek, hem genel olarak ‘gelişmekte olan ülkeler grubu’ da denen Üçüncü Dünya ülkelerini, hem de özel olarak İslam dünyasını almış olduğu birçok haksız karar yoluyla Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi mağdur etmeye devam etmiştir.

Soğuk Savaş sonrasında sosyalist ve kapitalist bloklar arasındaki kutuplaşma sona erdiğinden, BM Güvenlik Konseyi’nin ‘güvenlik’ boyutu olan uluslararası politik meselelere daha fazla müdahil olmasının önü açılmıştır. Bu dönemde artık kararlar sürekli üyelerce kendi siyasi bloklarını koruma kaygısıyla eskisi kadar veto edilmemiş, güvenlik krizi oluşturan uluslararası sorunlar karşısında Konsey üyelerinin (veto kullanılmaması kaydıyla, toplam 15 üyeden 9’unun olumlu oyu bir kararın çıkması için yeterlidir) ortak tavır almaları kolaylaşmıştır. Kuşkusuz etkinliği ve hareket kabiliyeti yükselmiş küresel bir güvenlik kurumunun mevcudiyeti, en azından kuramsal olarak, olumlu bir gelişme sayılmalıdır. Ne var ki, durum, özellikle İslam dünyası açısından göründüğünden çok daha çetrefillidir. Neden? Birincisi, 1990’ların başlarından itibaren Güvenlik Konseyi, uluslararası barış ve güvenliğe yönelik yeni tehdit unsurları ihdas etmiş, böylece savaş ve saldırganlık gibi ‘klasik’ unsurların yanı sıra, vahim düzeydeki insan hakları ihlallerinin, terörizmin ve ‘istenmeyen’ ülkelerin elindeki kitle imha silahlarının da dünya barışı için tehlike arz ettiğini ileri sürmüştür. Bu ‘yeni’ anlayışın teorik olarak olumlu adım sayılması için, Konsey’in bu hususlardaki yaklaşımının tutarlı ve ilkeli olması gerekirken, bunun böyle olmadığı kısa sürede anlaşılmıştır. Konsey’in Soğuk Savaş döneminde etkin bir rol oynamasına engel teşkil eden ve vetodan kaynaklanan tıkanma, Soğuk Savaş sonrasında ortadan kalkarken, bu organın giderek ABD’nin ve onunla iş tutan ülkelerin güdümüne girdiği gözlenmiştir. Daha da ötesi, ABD’den önemi düzeyde maddi ve ticari, teknolojik ve siyasi beklentisi olan Çin ve Rusya gibi ülkeler da dâhil olmak üzere, Konsey üyeleri çoğu zaman bu organın ABD’nin dış politika stratejisinin bir unsuru olarak devreye sokulmasına seyirci kalmışlardır. Nitekim Soğuk Savaş’ın bitiminin Güvenlik Konseyi üyeleri arasında oluşturduğu uyum ve işbirliğinin ilk ‘mağduru’, Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal eden ve böylece Ortadoğu’daki enerji denklemini ve jeopolitik dengeleri ABD’nin öncülüğündeki emperyalist güçlerin güdümünden çıkarma emareleri gösteren Irak olmuştur. (1990-91 Körfez Savaşı) Böylece 1992-1995 savaşı sırasında Sırpların ve Hırvatların Bosnalı Müslüman katliamına uzun süre kayıtsız kalan BM Güvenlik Konseyi, ‘fail’ Müslüman bir ülke olunca (Irak), bu ülkenin ‘üzerine çullanarak’ aldığı ‘etkin’ yaptırım kararlarıyla Irak’ı dizlerinin üzerine çökertmiştir. Nitekim 1990-2003 arasında bu ülkeye yönelik olarak uygulanan kapsamlı yaptırımlar nedeniyle başta yeni doğmuş bebekler ve çocuklar olmak üzere yaklaşık 1 milyon Iraklının ölümüne yol açmıştır. Konsey, 1988-1993 arasında patlak veren Azeri-Ermeni savaşı sonrasında da, topraklarının yüzde yirmisi Ermeni güçlerce işgal edilen Azerbaycan’a karşı da tahmin edileceği üzere, ‘etkin’ bir karar almayarak, soruna kayıtsız kalmıştır.

ABD’nin ve bu ülkenin İngiltere gibi sadık bağlaşıklarının, İslam dünyasının bütünleşme sürecine ve halkın iradesini yansıtan açık ve katılımcı siyasal yapıların oluşumuna her ne pahasına olursa olsun engel olma politikası nedeniyle, Konsey, son çeyrek asırdır İslam dünyasının maruz kaldığı savaş, çatışma ve siyasi krizlerin en önemli müsebbiplerinden birisi haline gelmiştir. Bu çerçevede İran’ın barışçıl amaçlı nükleer programı, askeri amaçlı olduğu iddiasıyla, ABD ve onunla işbirliği halindeki ülkelerce bir ‘tehdit’ unsuru olarak Konsey bünyesine getirilmiş ve bu gerekçeyle 2006’dan bu yana Güvenlik Konseyi İran’a karşı kapsamı giderek genişleyen iktisadi, mali ve askeri yaptırım kararlarını hayata geçirmiştir. Oysa aynı Konsey, ne sürekli üyelerin ne de İsrail gibi savaşı ve saldırganlığı devlet politikası olarak benimsemiş bir ülkenin elindeki nükleer silahları kendisine dert etmiştir! Öte yandan, 11 Eylül terör saldırıları sonrasında, El Kaide ya da İŞİD gibi şiddete ve tedhişe meyyal silahlı grupları ‘terör örgütü’ ilan ederek onlara karşı etkin mücadele öngörmekten kaçınmayan Güvenlik Konseyi, Müslüman toplumları küresel düzeyde ‘mahkûm etmeyi’ hedefleyen ABD’nin ‘teröre karşı savaş’ stratejisi içinde Filistin’de Hamas ve Lübnan’da Hizbullah gibi yabancı işgale karşı topraklarını savunan direnişçi grupları da ‘dışlayıcı’ ve/veya ‘cezalandırıcı’ nitelikte bazı kararlara imza atarak, ‘meşruiyet’ sahasının dışına itmeye çalışmıştır. İslam dünyasındaki tüm direniş odaklarını kırmayı hedefleyen ABD ve ortakları, Güvenlik Konseyi bünyesinde, söz gelimi, İsrail’in Filistin halkını ve liderliğini hedef alan devlet terörü karşısında bunca zamandır üç maymunları oynamaya devam etmiş ve etmektedir.
BM Güvenlik Konseyi’nin İslam dünyasına yönelik sorunlu ve sorumsuz tutumu özellikle 11 Eylül sonrasında Müslüman ülkeleri hedef alan silahlı işgallere yönelik kayıtsızlığında da kendisini göstermiştir. Bilindiği gibi, 11 Eylül terör saldırıları sonrasında, bu saldırıdan ABD ve bağlaşıklarınca sorumlu tutulan El Kaide terör örgütünü topraklarında barındırdığı gerekçesiyle, Ekim 2001’de Taliban rejimi tarafından hükümet edilen Afganistan, ABD ve bazı NATO müttefiklerince işgal edilmiştir. Güvenlik Konseyi bu askeri operasyondan önce işgali yasallaştıracak herhangi bir karar almamıştır. ABD ve onunla işbirliği içinde olan ülkeler, bu işgali, NATO Andlaşması’nın 5. Maddesinde yer alan, bir NATO üyesine yapılan bir saldırının müşterek ‘meşru müdafaa hakkı’ çerçevesinde tüm üyelere karşı yapılmış sayılacağı kuralına dayandırmıştır. Ne var ki, bir ‘terör’ saldırısı, kapsamı çok daha geniş olan ve mağdur ülkenin toprak bütünlüğü ya da bağımsızlığı açısından tehdit oluşturmaya devam eden ‘silahlı bir saldırı’dan niteliksel olarak farklı olduğundan, ilke olarak, meşru müdafaa hakkına yol açamaz. Üstelik 11 Eylül terör eylemlerinin faili olan tüm şahıslar bu eylemler sonucu hayatlarını kaybetmişlerdir. Ne var ki, bütün bu ayrımlar ABD ve onunla işbirliği halindeki ülkelerce göz ardı edilmiş ve hatta Güvenlik Konseyi Afganistan’ın işgalinden kısa bir süre sonra, tüm ülkeleri işgalci güçlerin güdümü altında oluşturulan ‘otorite’ ile işbirliği yapmaya çağırmıştır. Sözüm ona ‘terörle savaşma’ya giden işgal güçleri, işgalin bu 13. yılında da (Ekim 2014) Afganistan’daki silahlı varlıklarını devam ettirmektedir. Bu işgal sürecinde büyük çoğunluğu sivil olan on binlerce Afganlı katledilmiş, bu ülkede işgal güçlerince işkence ve tecavüz dâhil her türden savaş suçları işlenmiş ve burası yoksulluğun, yoksunluğun ve kaosun hüküm sürdüğü bir toprak parçasına dönüştürülmüştür.

Aynı ABD ve yakın bağlaşığı İngiltere, Mart 2003’te bu kez de kitle imha silahları geliştirdiği ve uluslararası teröre destek verdiği gerekçesiyle Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ı işgal etmiştir. Güvenlik Konseyi’nin Rusya ve Fransa gibi bazı üyelerinin karşı çıktığı bu işgal, Afganistan örneğinde olduğu gibi, ‘barışa karşı suç’ niteliğinde haksız ve hukuksuz bir askeri operasyon olmuştur. Lakin ne hazindir ki, bu süreçte de Konsey, Afganistan’ın işgali sürecindeki tutumunu yineleyerek, uluslararası toplumun, Irak’ın işgali sonrasında ülkeyi yönetme yetkisiyle donatılan siyasi oluşumu ‘otorite’ olarak tanımasını ve onunla işbirliği yapmasını talep etmiştir. Böylece Güvenlik Konsey’i bir kez daha ‘minareyi çalan’ barbarların, talancıların ve hırsızların ‘kılıfını hazırlamıştır’. 2011’e dek devam eden bu vahşi işgalin doğrudan ya da dolaylı sonucu olarak, yaklaşık 1 milyon insan hayatını kaybetmiş, binlerce insan işkence ve tecavüz mağduru olmuş ve 4,5 milyon Iraklı yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte, BM Güvenlik Konseyi, uluslararası hukuku adeta paçavraya çeviren bu ahlaksız işgalin faillerinin sırtını sıvazlamaktan geri durmamıştır.

ABD’nin ve diğer Batılı mütehakkim güçlerin yakın bağlaşığı olan İsrail’in hem Filistin halkına (Aralık 2008-Ocak 2009; Temmuz-Ağustos 2014) hem de Lübnan’a (2006) yönelik son yıllarda gerçekleştirdiği acımasız saldırılar karşısında da, uluslararası barış ve güvenliği ‘koruması’ gereken BM Güvenlik Konseyi sessiz kalmıştır. İsrail’in bu zalimane saldırıları barbarlıkları itibariyle benzer özellikler göstermiştir: çok sayıda masum insanın katledilmesi, binlerce insanın yaralanması, bu topraklardaki altyapının çökertilmesi, yasak silahların kullanımı dâhil her türden savaş suçlarının işlenmesi. İsrail hem Lübnan’da hem de Gazze’de ‘uluslararası suç’ niteliğindeki şu eylemlere imza atmıştır: gerekçesiz olarak komşu halkların topraklarına saldırması itibariyle ‘barışa karşı suç’; insanlığa aykırı suç; savaş suçları. İsrail tarafından işlenen bu vahim fiillere rağmen, BM Güvenlik Konseyi, ne hazindir ki, ancak bu saldırgan devlet Lübnan ve Gazze’de ‘işini bitirdikten sonra’, İsrail’i açıkça suçlamaksızın, tarafları ‘ateşkese’ çağırmıştır.

Son olarak, (halkının hemen hemen tümü Müslüman olan) Somali’nin 2006’da ABD’nin açık teşvik ve desteğiyle Etiyopya ordularınca işgali karşısında da BM Güvenlik Konseyi süt dökmüş kedi gibi sus pus olmuştur.

Bu utanç tablosu 1990’ların başlarında Güvenlik Konseyi’nce geliştirilen insani müdahale doktrininin hayata geçirilmesi sürecinde de sergilenmiştir. Bu ‘yeni’ doktrine göre, uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehditler sadece savaşlardan ve saldırganlıklardan kaynaklanmaz ve fakat bir ülkenin içinde cereyan eden kapsamlı insan hakları ihlalleri, askeri darbeler, iç savaşlar, tabii afetler ve kitlesel açlık gibi unsurlardan da kaynaklanabilir. Ne var ki, Konsey, bugüne dek insani müdahale konusunda tutarlı davranmaktan oldukça uzak kalmıştır. Bu çerçevede Konsey (halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan) Endonezya’nın yönetimi altındaki Doğu Timor’un bağımsızlığına giden adımları 1990’ların ikinci yarısından itibaren bir dizi kararlar yoluyla hayata geçirmiş, 1999’da yapılan referandum sonucunda bu toprakların Endonezya’dan ayrılması kararına yol açacak sürecin önünü açmış ve neticede 2002 yılında Doğu Timor bağımsız bir ülke olmuştur. Endonezya’daki hâkim çoğunluktan farklı kimliksel özellikleri olan bir nüfusu barındıran Doğu Timor’da Endonezya güvenlik güçlerince işlenen kapsamlı insan hakları ihlalleri ‘insani müdahale hakkı’ kapsamında Güvenlik Konseyi’nin dikkatine sunulmuştur. Benzer bir durum, 2011’de bağımsızlığına kavuşan Güney Sudan için de geçerlidir. Orada da, Sudan’daki çoğunluktan farklı etnik, dilsel ve dinsel özellikleri olan bir nüfusu barındıran Güney Sudan’daki ayrılıkçı güçlere yönelik olarak güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği operasyonlarda, pek çok masum insanın katledilmesi ve işkencelere maruz bırakılması, kendisine insani müdahale hakkını referans alan BM Güvenlik Konseyi’nin bu krize el koymasına yol açmıştır. 2000’li yıllarda kabul etmiş olduğu bir dizi karar yoluyla Güvenlik Konseyi, Sudan’ın yaptırımlar ve uluslararası askeri güçlerin güneye yerleştirilmesiyle kıskaca alındığı bir uluslararası ortam içinde, Güney Sudan’ın devletleşme sürecini kolaylaştıran hukuksal ve kurumsal altyapıyı oluşturmuştur.

Bu iki krizde iki Müslüman ülkenin topraklarının parçalanmasına yol açan bir sürecin kapısını sonuna dek açan Güvenlik Konseyi, benzer bir cevvaliyeti, azınlık olarak yaşadıkları topraklarda hem kimlik gaspına hem de devlet terörüne maruz bırakılan Müslüman topluluklar için de acaba göstermiş midir?

Ne yazık ki, bu soruya ‘Hayır!’ yanıtını vermek durumundayız. Fazla uzağa gitmeye gerek yok: Filistin halkına karşı İsrail devletinin işgal topraklarında uyguladığı sonu gelmez etnik temizlik ve devlet terörü karşısında BM Güvenlik Konseyi’nin bugüne dek kılını bile kıpırdatmadığı biliniyor. Başka bir deyişle, hem bölgesel hem de uluslararası barış ve güvenliğe onlarca yıldır onulmaz zararlar veren İsrail patentli ‘Filistin trajedisi’ karşısında, BM Güvenlik Konseyi, Endonezya ve Sudan krizlerindeki tutumlarından farklı olarak, İsrail’e yönelik olarak insani müdahale kararı almaktan hep uzak durmuştur. Öte yandan, Rusya topraklarında yaşayan, Rus çoğunluktan ayrı etnik, dini ve dilsel kimliği olan ve Çeçenistan topraklarında çoğunluğu oluşturan Müslüman Çeçenler’in 1994’teki bağımsızlık talebiyle başlayan silahlı kalkışma sürecinde (1994-1996 ve 1999-2009), on binlerce masum insan Rus güvenlik güçlerince katledilmiş, birçok insan işkenceden geçirilmiş, 300 bin Çeçen ise topraklarını terk etmek zorunda kalmıştır. Bu büyük insanlık krizi karşısında da Güvenlik Konsey’i ‘sessiz ve sitemsiz’ kalmıştır. Benzer şekilde, Burma’nın Arakan bölgesinde yaşayan Rohingya Müslümanları da çeşitli insan hakları örgütlerinin de ortaya koyduğu üzere, onlarca yıldır etnik kırım, zorunlu göç, kapsamlı işkence ve kültürel dayatmacılık gibi baskı ve sindirme politikalarının mağduru konumundadır. Bu azınlık grubu aynen Filistinliler ve Çeçenler gibi ‘halk’ olması itibariyle kendi geleceğini belirleme hakkına (self determinasyon) sahiptir. Ne acıdır ki, Güvenlik Konseyi, bu mağdur ve mazlum halkın onlarca yıldır yaşadığı acıları, insani müdahale hakkını gerekli kılan bir ‘insani kriz’ olarak değerlendirmekten ısrarla kaçınmıştır. Benzer şekilde, onlarca yıldır Çin’in ‘demir yumruğu’ ile yönetilen ve 1949’da Çin tarafından işgal edildiğinde halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan Doğu Türkistan da, Güvenlik Konseyi’nin ilgisini çekmemiştir. Oysa Çin hükümeti hemen her dönem bölge halkının dinsel ve kültürel kimliğini baskı altına almış, Han Çinlerini bölgeye yerleştirerek Müslüman nüfusu sayısal azınlık durumuna indirgemiş ve de bu inkâr ve sömürgeleştirme politikasına direnen birçok Uygur’u ve başka Müslüman muhalif unsurları katletmekten ya da mahkûm etmekten çekinmemiştir. Örnekler çoğaltılabilir, ama görünen o ki, BM Güvenlik Konseyi Müslüman azınlıklar konusunda sessizliğe bürünmeyi bir alışkanlık haline getirmiştir. Sırbistan sınırları içinde olup, halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan Arnavutlar’ın yaşadığı Kosova’ya yönelik olarak 1999’da gerçekleşen uluslararası askeri müdahale burada ‘karşı örnek’ olarak verilebilir. Ne var ki, unutulmamalıdır ki, bu müdahale BM Güvenlik Konseyi’nin verdiği yetkiyle değil ve fakat NATO’nun kendi başına aldığı bir kararla hayata geçirilmiştir. O nedenle bu müdahale ‘yasal’ değildir, ama ‘ahlaken ‘doğru’dur. Müdahalenin öncülüğünü yapan ABD, Kosova’ya askeri olarak yerleşerek kendisine tüm Balkanlar üzerinde stratejik bir üstünlük ve denetim alanı oluşturmayı hedeflemiştir.

Kuşkusuz BM Güvenlik Konseyi hemen her açıdan sorunlu bir organdır. Bir kez, burada görev yapan 15 üye devletten 5’inin ‘sürekli üyelik’ statüsü vardır ve üstelik bunların veto yetkileri vardır. 14 üye devletin destekleyip de bir tek sürekli üyenin karşı çıktığı karar tasarıları çöpe gitmektedir. Başka bir ifade ile, tüm devletler eşittir ama Güvenlik Konseyi’nde, Orwell’ın deyişiyle, bazıları ‘daha eşittir’. İkincisi, Güvenlik Konseyi üyelerinin hangi durumların ya da krizlerin ‘uluslararası barış ve güvenliğe zarar verdiği’ni belirleme konusunda takdir yetkisi vardır. O nedenle, uluslararası ya da bölgesel güvenliğe zarar veren krizler patlak verdiğinde, bu krizlerin nasıl tanımlanacağı ve nasıl bir hareket planı geliştirileceği konularında özellikle sürekli üyeler kendi ‘ulusal çıkarları’ ekseninde tutum alma eğilimindedir. O nedenle, en başta önemli krizlerde ya da sorun alanlarında gözlendiği üzere, hukuk ve adalet eksenli bir pozisyon belirlemek yerine, üye devletler rahatlıkla siyasi ve ideolojik kaygılarını esas alan bir tutum içine sürüklenebilmektedir. BM Kurucu Andlaşması ne yazık ki Konsey üyelerinin nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda açık seçik kriterler getirmekten uzaktır. Üçüncüsü, Güvenlik Konseyi’ni hukuksal ve siyasi olarak denetleyecek herhangi bir organ ya da mekanizma BM Kurucu Andlaşmasında öngörülmüş değildir. O nedenle, kendisine mütemadiyen yeni yetki alanları ihdas eden Konsey, cüssesi sürekli büyüyen ‘bencil’ bir dev’e benzemektedir.

Neticede sürekli güç devşiren Güvenlik Konseyi’nin ilkesizliği ve tutarsızlığı karşısında, uluslararası toplumun zayıf üyeleri adeta çaresiz bir konuma itilmiştir. Bu keyfilik son dönemde Arap Devrimleri sürecinde açıkça gözlenmiştir. 2010 sonlarında baskıcı Arap rejimlerine karşı başlayan halk hareketleri, Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Yemen ve Suriye gibi ülkelerde kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışılmıştır. Bu süreçte pek çok gösterici rejim güçlerince katledilmiş ya da yaralanmış, pek çok insan işkenceye maruz bırakılmış, keyfi olarak toplu tutuklamalar yapılmış, muhaliflerin birçoğu da ortadan kaybolmuştur. Bütün bu insan hakları ihlalleri kitlesellikleri itibariyle rahatlıkla ‘insanlığa aykırı suç’ kategorisine girebilmektedir. Ne var ki, BM Güvenlik Konseyi yalnızca Libya’ya yönelik olarak 2011’de iki adet ‘etkili’ karar alabilmiştir. Şubat 2011’de kabul edilen 1970 sayılı karar, Libya’da o ana dek binlerce insanın hayatına mal olan şiddetin son bulmasını ve halkın sesine kulak verilmesini talep etmiş, Kaddafi rejiminin önde gelen bazı isimlerini Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne sevk etmiş ve son olarak da Libya’ya karşı ambargo uygulanmasını öngörmüştür. Bundan üç hafta kadar sonra Libya’ya ilişkin 1973 sayılı karar kabul edilmiş, bu karar muvacehesinde tüm Libya uçuşa yasak bölge ilan edilmiş ve masum sivillerin rejim güçlerinin saldırısından korunması için “gerekli tüm tedbirlerin alınacağı’ ifade edilmiştir. (Kararda olmadığı halde Kaddafi rejimini devirmeyi hedef alan) Libya’ya yönelik bu müdahale ve muhalif silahlı grupların dış güçlerle eşgüdüm içindeki mücadelesi sonucunda Kaddafi rejimi Ekim 2011’de alaşağı edilmiştir. Ne var ki, Libya konusundaki bu cevvaliyetine karşılık, Konsey, devrim sürecindeki diğer Ortadoğu ülkelerine gözlerini kapamayı tercih etmiştir. Suriye’ye yönelik ilgisizlik bunun başta gelen örneğidir. Suriye’de 2011’den bu yana rejim güçlerince işlenen insanlık suçları sonucu, (her iki taraftan) 200 bine yakın insan hayatını kaybetmiş, on binlerce insan işkence tezgâhlarından geçirilmiş, bilinmeyen sayıda insan ortadan kaybolmuş ve milyonlarca insan yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Üstelik rejime ait güçler, ‘yasak silah’ niteliğinde olan kimyasal silahlarla binlerce insanı katletmiştir. Bu büyük insanlık trajedisi karşısında Suriye’ye yönelik olarak, Konsey, herhangi bir insani müdahale kararı çıkarmaktan ısrarla uzak durmuştur. Bunun en önemli nedeni, Güvenlik Konseyi’nin sürekli üyelerinin Esed rejiminin gitmesini kendi menfaatleri açısından sakıncalı görmeleri ve Suriye muhalefetinin ‘İslami’ yöneliminden rahatsızlık duymalarıdır. Buna karşılık, Libya’nın başta petrol olmak üzere zengin enerji kaynaklarına sahip olması, ABD, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin, deyim yerindeyse, ‘iştahlarını kabartmıştır’. Bahreyn, Yemen ve Mısır gibi ülkelerde halkın özgürlük taleplerine silahla karşılık veren ve pek çok insanlık suçuna imza atan yönetimlere karşı insani müdahale hakkının devreye sokulması konusunda özellikle Güvenlik Konseyi’nin Batılı üyeleri isteksiz davranmıştır, çünkü bu ülkelerin başına tebelleş olmuş rejimler ABD’nin bölge bünyesinde kurmuş olduğu yağma düzenine hizmet etmekten geri durmamıştır. Üstelik, bunlar, sözüm ona ‘teröre karşı savaş’ında da ‘radikal unsurlar’a karşı ABD’nin ve ortaklarının yanında saf tutmaktaydılar. Güvenlik Konseyi bu süreçte bu üç ülkeden sadece Yemen’e ilişkin olarak Ekim 2011’de 2014 sayılı bir kararı kabul etmiştir. Bu kararda, Ali Abdullah Salih rejimini en azından yaptırımlar yoluyla cezalandırmak bir yana, Yemen’de yumuşak bir geçiş sağlamak amacıyla muhalefet ile Salih rejimi arasında müzakerelere başlanması çağrısı yapılmıştır. Üstelik bu ülkede asıl ihlaller rejim güçlerinden kaynaklandığı halde, kararda muhalif unsurlar da en az rejim güçleri kadar bu krizden sorumlu tutulmuştur.

BM Güvenlik Konseyi’nin İslam dünyasının barış ve huzuruna katkı sağlamaktan oldukça uzak olduğunun bir başka karinesi ise, Konsey’in Haiti ile Mısır’daki askeri darbelere vermiş olduğu birbirine tamamen zıt tepkidir. Eylül 1991’de, Haiti’nin seçilmiş devlet başkanı olan Jean-Bertrand Aristide’i darbe ile deviren cuntaya karşı Güvenlik Konseyi önce yaptırım kararı almış, ardından da 1994 yılında cunta rejimine son vermek amacıyla insani müdahale hakkı kapsamında çok uluslu güçlere askeri müdahale yetkisi veren 940 sayılı karar kabul etmiştir. Bu süreç sonunda Haiti’deki cunta rejimi çökmüştür. Bilindiği üzere, Temmuz 2013’te, Mısır’da, seçilmiş Cumhurbaşkanı olan Mursi yönetimini alaşağı eden bir darbe gerçekleşmiştir. Darbe sonrasında binlerce insan keyfi olarak tutuklanmış, muhalefeti susturmak için kapsamlı sansür uygulanmış, binlerce insan güvenlik güçlerinin kurşunlarının hedefi olarak hayatını kaybetmiş ya da yaralanmış, pek çok insan ise işkenceye maruz bırakılmıştır. Sisi liderliğindeki Mısır cuntasının ‘insanlığa aykırı suçlar’ işlediği açıkça gözlenmiştir. Ne var ki, BM Güvenlik Konseyi, bu hususta da, İslam dünyasını ilgilendiren pek çok başka konuda olduğu gibi üç maymunları oynamayı tercih etmiştir.

Bu acı gerçeklerin ışığı altında, İslam dünyasının BM Güvenlik Konseyi’ni uluslararası barış ve güvenliğin garantörü olarak görmesi sağduyulu bir tutum olmaktan çıkmıştır. Kuşkusuz Konsey’in yetkilerinin, yapısının ve karar alma mekanizmasının vakit geçirilmeden elden geçirilmesi gerekmektedir. Bazı ülkelere ayrıcalık sağlayan veto yetkisi mutlaka kaldırılmalıdır. Konsey daha temsili ve şeffaf bir hale getirilmelidir. Bütün bunların yanı sıra, Konsey kararları hem Genel Kurul’un siyasi denetimine, hem de Uluslararası Adalet Divanı’nın hukuksal ve yargısal denetimine açılmalıdır. Son olarak, tüm BM üyesi devletlerin temsil edildiği BM Genel Kurulu’nun uluslararası barış ve güvenliğin muhafazası konusundaki yetkileri arttırılmalıdır.

İslam dünyasına mensup devletlerin ve devlet-dışı aktörlerin neden hemen her zaman Güvenlik Konseyi’nin gadrine uğradığı hususu, açıklığa kavuşturulması gereken bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. İslam dünyasına yönelik bu haksız ve ikiyüzlü tutumun en başta gelen nedenlerinden birisi, Güvenlik Konseyi’ndeki sürekli üyelerin hiçbirisinin Müslüman ülkelerin ve toplumların hassasiyetini ve önceliklerini paylaşmamalarıdır. Üstelik sürekli üyelerin tümünün ya kendi ülkelerindeki Müslüman azınlıklarla ve/veya genel olarak İslam’ı referans alan siyasi oluşumlarla sorunları vardır. Aslında küresel hegemonlar, İslam’ın uluslararası ilişkiler düzeni içinde ‘devrimci’ bir işlev yüklenerek bugünkü ahlaksız ve adaletsiz dünya düzeni yerine, ahlakın, adaletin, maneviyatın ve hakiki manada barışın hüküm süreceği ‘dayanışmacı’ bir küresel düzenin inşasına giden adımların kapısını aralayacağından endişe etmektedirler. Biraz da bu yüzden, sürekli üyelerin her birisi İslam dünyasının birleşmesini/bütünleşmesini kendi menfaati açısından büyük bir ‘tehdit’ olarak görmektedir. İslam dünyasının yeni bir güç bloğu olarak temayüz etmesi, aynı zamanda dünyadaki jeopolitik, jeoekonomik, jeokültürel ve askeri dengeleri alt üst edecektir. Yerküre üzerindeki enerji kaynaklarının ve maksimum jeopolitik öneme sahip stratejik suyollarının çok önemli bir kısmı İslam coğrafyasındadır. Bu coğrafya, aynı zamanda, dinamik nüfusu, esas itibariyle İslam’dan neşet eden sağlam aidiyet duygusu, güçlü aile yapısı ve köklü gelenekleri itibariyle potansiyel bir ‘dev’i barındırmaktadır. Hâsılı, sözün özü şudur: birincisi, İslam dünyası birlik ve bütünlük içinde davranmadığı müddetçe BM’nin de içinde yer aldığı küresel hegemonların oyuncağı olmaktan kurtulamayacaktır; ikincisi, İslam dünyasının en büyük güvencesi ve dayanağı yine Müslüman ülkelerin ve toplumların kendileridir; son olarak, tüm insanlığın özlemi olan küresel hak ve adalet için İslam dünyası güçlü olmaya mahkûm ve mecburdur.

*Avrasya Hukuk Kurultayı Tebliğler Kitabı; s.92 (3-7 Eylül 2014, Saraybosna)