Kanun dilini anlamak, söylenen sözleri içselleştirmek, inandığımızı hür bir şekilde beyan etmek, bu düşüncelerimizi başka fikirler ile tartışmak, bir ideoloji ile çevrelendiğinizi hissetme, bireylerin refahı için tesis edilen “devleti” güçlendirmez. Önemli olan devletin, her dili bilmesi ve halkının diline göre tanzim edilmiş olmasıdır.
Adalet bir dil üzerinden tezahür edebilir, ancak adaletin bir tek dili olamaz. Adaletin dili, yeryüzü dillerinin üstünde, evrensel bir mahiyettedir. Adil yargılama, yargılamanın “hukuk” çerçevesine oturtulabilmesinin ilk ve ön koşulu, belki de bireylerin ifade tarzının önüne çekilmiş setlerin kaldırılmasından geçer. Bu, iki cihetten ele alınabilir. Birincisi şüphesiz “dilin” lafzı biçimde tezahür etmesinin engellenmesi ya da bir başka ifade ile insanın kendisini “en rahat ifade edeceğini” iddia ettiği dilin kullanılmasının önüne set çekilmesidir. İkincisi ise, dilin manevi yapısının bir ideoloji bağlamında/dolayımında ele alınarak, “en rahat ifade edebileceği” dilde bile insanların “rahat olamamasının” tesisine yönelik engellerdir.
Bu biçimde, tutuklanmış dil ve hüküm giymiş bir anlatım ekseninde adalet aranmasına kalkmak, başlı başına bir sorundur. Bireylerin söyleyeceği sözleri ya da söylemek istediklerini gizlemek zorunda kaldığı, şüpheci bir yaklaşıma çanak tutar. Bu şüpheci yaklaşım zamanla, “bir tür giz” alanı oluşturmak ister. Zira, dilin ve müntesibinin kendini rahat ifade edeceği bir yer, topluluk ve bir grup olmalıdır. Bu grup zamanla ideolojiden ayrışır ve çelişir. İşte burada yargılama başlar.
Üç örnek olay
Sebep açısından tahlil, son günlerde yaşanan üç olay üzerinden hareketle ortaya çıktı. Birincisi öğrencilerin yaptığı protesto eylemleri, ikincisi gündeme Diyarbakır’dan düşen “savunamama krizi”; buna ek olarak Urfa’dan gelen “teşekkürlü savunma”…
Birinci grubun söyledikleri; resmi dile uygun, ancak ideolojik dile aykırı bir retorik üzerine kurulmuştu. Sonuç ise malum, tasvip edilemez görüntüler. Kolluğun müdahale biçimi/hatası olduğunu düşündüren/gösteren olaylar dizisi… Gerekçe ise; “öğrencilerin mukavemeti”. Attıkları slogan, söyledikleri sözler, eleştirilebilir ama sanırım artık kolluğa mukavemetin de sınırlarının iyice çizilmesi gerekiyor. Zira “devletin güvenlik” gücüne uygulanacak mukavemetin belirli bir sınırı aşması ile gündeme gelmesi konusunda mevzuat düzenlemesinin kati sınırları çizili biçimde ihdası gerekmektedir. Kolluğa “en ufak” müdahalenin arkasına sığınarak, yapılanları meşru göstermek ideolojik bir duruştur, kesinlikle hukuki değildir.
Diyarbakır’da yok, Urfa’da var
İkinci grup üzerine çok şey yazılıp çizildi. Ama, “bir dile bu kadar takılıp da” o dili “bilinmeyen kabul” etmek, insanların kendilerini bir dilde savunmaya zorlamak “adalet” ve “açılım” kavramları ile çelişmektedir. Sorun sanki dilin isminden kaynaklanıyor, örneğin bu dil İngilizce olsaydı acaba adalet daha hızlı mı tezahür ederdi diye düşünüyor insan!
Üçüncü grup ise, birazcık mutlu bir gelişme… Urfa’da Kürtçe savunma talebinin kabul edilmesiyle ilgili. Mahkeme, bireylerin zaten var olan haklarını kabul ediyor ve bu şekilde yapılan savunmaları “bilinen” kapsamda ele alıyor, ama eyleme bakış açısı, adaletin ideolojik dili ile uyuşuyor.
“Kırılmaz” bir statüko
Bu üç hal ülkenin adalet sisteminin özellikle, dil algısının nasıl bir dilemma içerisinde olduğu gözler önüne seriyor. Meselenin bir boyutu ana dilin savunulması, bu biçimde yapılan savunmaların mahkemelerce kabul görüyor olmasıdır. Ancak, asıl ve büyük sorun “istediğiniz dilde savunun/slogan atın, bu savunmanızın devlet ideolojisinin dilinde ifade ettiği anlamdır” biçimindeki algılamanın kırılamaz, aşılamaz statükosudur.
Kanun dilini anlamak, söylenen sözleri içselleştirmek, inandığımızı hür bir şekilde beyan etmek, bu düşüncelerimizi başka fikirler ile tartışmak, anladığımızı/anladığımız zannederek konuşmak, bir ideoloji ile çevrelendiğinizi hissetme, bireylerin refahı için tesis edilen “devleti” güçlendirmez. Önemli olan devletin, her dili bilmesi ve halkının diline göre tanzim edilmiş olmasıdır.
Hazırlayan: Av. Cüneyd Altıparmak
—
Bu içerik daha önce İdeal Hukuk dergisinin 6. sayısında yayımlanmıştır.