Bizler En İyi Hukukçular Olmalıyız

41 yıldır avukatlık yapan pek çok meslektaşımız vardır. Davalarına giren, kazanan kaybeden, evine, çocuklarına iyi bir hayat sunmaya çalışan… Mesleklerinin neferleri olmuş ve elbette her birinden bir şeyler öğrenilebilecek… Ancak bir de 41 yıllık avukat Necati Ceylan vardır… Av. Mustafa Yağmur’un satırlarında hatırlattığı güzel tarifle, “Vakıf insan Necati Ceylan”… Bu kulağa hoş gelen, özlü ve kısa bir tarif elbette. Ancak kelimenin tam anlamı ile doğru bir tarif aynı zamanda. Çünkü Necati Ceylan bir insan ömrüne yüzlerce yıllık bir “vakıf” gibi ardı arkası gelmeyen toplumsal hizmetleri biriktirdi. Hem de kültürden, toplumsal yaşama, mesleki sorunlardan siyasete kadar her zaman “görev üstlenmiş ve gereğini yapmış” bir meslek büyüğümüz. Hukuk camiasında olması nedeniyle şeref duymamız gereken bir duayen. Av. Necati Ceylan ile bir araya geldik ve aile, eğitim ve hukuk hayatıyla ilgili önemli bilgiler aldık. Aynı zamanda Av. Cüneyt Toraman, Av. Cahit Özkan, Av. Mustafa Yağmur ve Av. Yasin Şamlı’dan Necati Ceylan ile ilgili görüşlerini sorduk. Sözü çok uzatmadan ehline bırakalım…

necati ceylan

Hukuk dünyamızda ve kamuoyunda tanınan bir isim olsanız da öncelikle sizi, sizin cümlelerinizle tanımak isteriz…

1946 yılında Bolu’da doğdum. Babam çiftçi ve marangozdu, Ankara’dan Düzce’ye kadar olan bölgede tanınmış bir minare ustasıydı. Altmış beşe yakın minaresi vardır. Hâlâ Bolu’daki köylerde o minareler duruyor. Annemle babamın okuma yazmaları yoktu. Bolu Merkez Çıkınlar Mahallesi, 1959’a kadar köydü. O tarihte mahalle oldu. Annemle babam, orada bulunan arazilerimizde buğday, patates, pancar ekimi ile de uğraşırlardı. Ama babam daha ziyade minare ve ahşap evler yapardı. Babamın adı Ali, annemin adı Ayşe’dir. Annemden evvel üvey annem varmış, o rahmetli olunca babam ikinci kez evlenmiş. Annem ilk eşten olan üç çocuğa bakmış büyütmüş. En büyük ağabeyimin adı Hüseyin, ablamın adı Müşerref olup her ikisi de vefat ettiler. Üçüncü kardeşim, ağabeyim Abdullah, benim büyüğüm ağabeyim Recai de 2009 yılı Mayıs ayında vefat etti. Biz beş kardeş, hepimizi annem büyüttüğü için aynı anadan doğma gibiyizdir.

İlkokul, orta ve lise eğitimimi Bolu’da yaptım. Bolu Lisesi’nden mezun oldum. Matematik ve matematikle ilgili dersleri daha çok sever ve zevk alırdım. Lise son sınıfta geometri, matematik ve fizik ders kitaplarını tam bitiremedik ve bazı bölümler yarıda kaldı. İTÜ sınavına girdim, derste gördüğüm konuları yaptım ama görmediklerimi yapamadım ve kazanamadım tabii.

Daha sonra Ankara’da Kara Harp Okulu imtihanına girdim ve kazandım. Bolu’dan ilk defa büyük şehre gitmiştim. Amcaoğlumun evi vardı, orada kalıyordum. Ankara, Dışkapı’daki Askeri Mevkii Hastanesi’ne bir hafta tek başıma giderek bütün dallardan muayene oldum. Hepsi bitmiş sadece kan tahlili kalmıştı. Cuma günüydü kan verdim. Hastabakıcı benimle o gün çok dolaştı. Daha sonra bana pazartesi gelmemi söyledi. Pazartesi gittiğimde yalnız olduğumu gördü, biraz beklettikten sonra direkt doktora çıkardı. Doktor, kanımın “müspet” olduğunu, sağlık raporu veremeyeceklerini bildirdi. Bunun üzerine hemen Bolu’ya geri döndüm. Ağabeyim Verem Savaş Dispanseri’nde memurdu, beni kan tahlili için Frengi Savaş Dispanseri’ne getirdi. Bu sefer kanım normal çıktı. Doktor, aşırı stres ya da bir diş ağrısından bile kanın müspet çıkabileceğini, etkilenebileceğini söyledi. Ancak sonuçta giremedik orduya ve bunun hayatımda benim lehime önemli bir olay olduğunu düşünüyorum.

1964 yılında merkezi sınav sistemi ile İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdim. Yalnız ben hukuku değil hâlâ makine mühendisliğini istiyordum. O zaman idealim makine mühendisliği, uçak mühendisliği gibi teknik dallardı. Hukuk Fakültesi’ne girdiğimde birinci sınıfta hiçbir dersi vermedim. İkinci sene yeniden sınava girdim. Bu sefer İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne puanım tuttu. Bolu Lisesi’nden bir sınıf arkadaşım İktisat Bölümü’nde okuyordu. O arkadaşım bana, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu, “Fen Fakültesi’ne kayıt olacağım” dedim. Bana oradan “Mezun olunca ne olacaksın?” diye sordu. Ben o soruyu o güne kadar kendime hiç sormamıştım. Cevap veremedim, çünkü gerçekten düşünmemiştim. Arkadaşım, “Oradan mezun olduğunda sadece öğretmen olabilirsin, ama hukuku bitirirsen, öğretmen, hâkim, avukat, savcı olursun, ticaretle uğraşırsın, hastane yöneticisi olursun” dedi. Böylece o arkadaşımın yönlendirmesiyle tekrar Hukuk Fakültesi’ne döndüm. 1968 yılında gençlik olaylarından dolayı bir senem gitti. Solcular bizi fakülteye sokmadılar. Sonunda 1970 yılında mezun oldum. Şimdi hukukçu olmaktan çok memnunum ve gurur duyuyorum.

Sizin öğrenciliğinizin ünlü hocaları ve öğrencileri kimlerdi?

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne 1964 yılında girdim ama 1965-1966 yıllarında fiilen okumaya başladım. O dönemde ünlü hocalardan Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Prof. Dr. Recai Galip Okandan, Prof. Dr. Çetin Özek, Prof. Dr. Ziya Umur, Prof. Dr. Türkan Rado, Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı, Prof. Dr. İlhan Postacıoğlu, Prof. Dr. Selahattin Sulhi Tekinay, Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, Prof. Dr. Feridun Ergun, Prof. Dr. Reha Poray, Prof. Dr. Hayri Domaniç vardı. Hukuk Fakültesi’nde aynı dönemde okuduğumuz Deniz Gezmiş, Cihan Alptekin, Celal Doğan bizim sınıftaydı. Siyaset dünyasından Cemil Çiçek, gazetecilerden İlhan Selçuk vardı.

necati ceylan 2

Öğrencilik döneminizde üniversitede siyaset çok güçlü yaşanıyordu. Sizin başınızdan neler geçti?

“Ülkücü”, “Muhafazakâr”, “Faşist” olarak adlandırılan kesimler de vardı ama bizim dönemdeki hareketlerde daha çok sol egemenliği vardı. Ben 68 kuşağıyım. 68 kuşağını başlatan, Fransa’daki Sorbonne Üniversitesi’nde meydana gelen öğrenci olaylarıdır. 68 kuşağının Türkiye’deki uzantısını ise, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan gibi solu kendi içinde çeşitli fraksiyonlara bölen devrimci ve eylemci öğrenciler oluşturmuştur.

Onlar içinde “Marksist”,“Komünist”, “Stalinist”, ”Maocu”, “Kübacı” vb. gruplar vardı. Çeşitli fraksiyonların aralarında kavgalar olurdu. Şimdiki “ılımlı sosyalist” gibi bir yapı yoktu. Belirli bir azınlık, egemen güç sistemi içerisinde kendini güvenceye almış, her kesimi idare eden bir yapı vardı.

Dersler dışında aktif olarak başka neler yapıyordunuz?

Siyasetle hiçbir ilgimiz yoktu. Öğrencilik yıllarımızda sadece derslerle ilgileniyorduk. Arada sırada güzel filmler varsa sinemaya giderdik. O zamanlar tiyatro çok özendirilirdi. Tiyatroya gitmek ayrı bir havaydı. Gitmiyorsan entelektüel sayılmazdın. Hatta gitmezsen öğrenci de sayılmazdın. Biz de arada sırada tiyatroya giderdik. Onun dışında o zamanlar misyonerler çok peşimize düşmüştü. Bedava İncil dağıtırlardı. İngiliz, Amerikan kültür merkezleri bizleri sürekli davet ederlerdi.

1967-1968 arasında Konya merkezli Mücadele Birliği Cağaloğlu’nda da kuruldu. 1968-1969 yıllarında oranın kültürel çalışmaları olurdu. “Kapitalizm”, “Devlet”, “Sosyalizm”, “Marksizm”, “İslam” gibi bir konu başlığı belirlenirdi ve bunlar üzerinde tartışmalar yapılırdı. Ben de bu tür çalışmalara katılırdım.

Üniversite eğitiminizi tamamladıktan sonra mesleki hayatınıza nasıl adım attınız?

Üniversitedeki eğitim bitince, Bolu’da aynı dönem mezun olduğumuz bir hemşerimle büro açma fikrimiz vardı. Fakat bize dediler ki, “İstanbul’da 25-30 kişilik bir büro oluşturacağız, bir numara olacak, her kişi bir konuya bakacak ve o konunun uzmanı olacak.” Buna göre her birimiz ceza, hukuk, ticaret ve icra gibi farklı konularda ihtisaslaşacaktık. Bu amaçla arkadaşımla Bolu’da stajımızı yarıda bırakıp İstanbul’a geldik. Fakat staj yapacak bir yer, bir kişi bulamadık. Hiç kimseden de ses çıkmadı. Daha sonra Sirkeci’deki bir avukatlık bürosuna gittik. Stajımızı tamamladık. Stajımı yaptığım büroda 1973 Haziran ayında avukat olarak hayata atıldım. Birlikte geldiğimiz arkadaşım büro açtı, ancak daha sonra savcı oldu. Mesleğe başlar başlamaz da zaten öğrencilik yıllarından gelen kültür çalışmalarımızın etkisi ile ben sosyal ve kültürel faaliyetlerin içinde buldum kendimi.

Bir hukukçu olarak her dönem mesleki örgütlenmelerin ve sivil toplum çalışmalarının içinde yer aldığınızı, zamanla da bir mesleki kanaat önderi misyonu üstlendiğinizi görüyoruz. Sadece davalarına girip çıkan bir avukat değil de böylesi aktif toplumsal bir rol oynayabilen Necati Ceylan olmanıza hangi faktörler yol açtı?

Çocukluk yıllarım olsun, öğrencilik yıllarım olsun insanlarımızın yaşam tarzlarına ilişkin birçok olumsuzluklara tanık olmamız etkili olmuştur. İnançlarımız açısından olumsuzluklar her dönem söz konusuydu. Bu ülke inanç değerleri açısından düşünüldüğünde bir İslam ülkesi, Müslümanların çoğunlukta olduğu ve Müslüman olarak rahat yaşanması gereken bir ülke ancak bunu tam anlamıyla yaşayamıyoruz. Tabii bu sıkıntıları görünce giderilmesi için birilerinin bir şeyler yapması gerektiğini de görmek lazım. Birkaç anımdan bahsedeyim… Lisemizin bahçesinde çam ağaçları vardı, onların altında dolaşıyoruz, bir sınıf arkadaşım sigara uzattı, “İçmezsen arkadaşım değilsin” dedi. Ben de dedim ki, “Sigarayla arkadaş olacaksak hiç olmayalım.” İkinci bir anım ise; 1961 yılında TBMM önünde İsmet İnönü’ye karşı yapılan suikast girişimi ile ilgili. Marksist bir arkadaşım, “25 metreden adam vurulmaz mı, ben olsaydım vururdum” demiş. Ama bu lafı, “İnönü’yü vururdum” anlamında söylemediği halde bunu duyan CHP’li bir sınıf arkadaşımız babasına anlatmış. Ortalık karıştı! Psikoloji dersindeyken beni de müdür odasına aldılar. Haberim olmadığını söyledim. Dediler ki, “Kimseye bahsetmeyeceksin”. Sınıfa dönünce hoca, neden çağırdıklarını sordu, ben de “söyleyemem” dedim. Söyleyemem deyince az daha sınıfta bırakıyordu! Hep düşük not veriyordu. Bunun gibi birçok olay genelde bir birikim yarattı aslında.

Hukukçular Derneği’yle buluşmanızdan önce neler yaptınız?

Gerek Mücadele Birliği, gerekse kültürel çalışmalarımız içerisinde biz Amerika’ya da, Rusya’ya da karşıydık. Hatta, “Amerikan maymununa, Rus ayısına, ikisinin dayısına sağ yumruğu çakacağız”, “Amerika Rusya, Yahudi’ye kukla” gibi sloganlarımız vardı. Zaten siyaset içinde bir Amerikan, bir de sol taraftarları vardı. Bizimse milli bir devlet hedefimiz vardı. Bu milli devlet kendi değerlerimizi koruyan, İslam’a saygılı bir devlet olacaktı. Birçok problemimizi de bu devletin çözeceğini inanıyorduk.

1968 yılında Amerika’nın 6. Filosu Akdeniz’de dolaşırken Marmara Denizi’ne de demir atmıştı. Bir baktık kırmızı bayrak çekilmiş! Türk Talebe Birliği sivil toplum örgütleri olarak bir araya geldik. 400 bin kişi yürüyüşe başladık. Karaköy, Eminönü, Kabataş, Fındıklı’dan Taksim’e gittik. Tophane Camisi’nde namaz kıldık. Öbür gün bir baktık Milliyet, Hürriyet, Cumhuriyet vb. bütün gazeteler, “Şeriatçılar 6. Filo’yu Kabe yaptılar” diye yazdılar.

Ortak Pazar’a karşıydık. Çünkü bağımlılık ilk önce ekonomik anlamda başladı. Tek parti döneminde patentlere, markalara imza atmışız, yani ulusal egemen güçlerin kölesi olmuşuz. Aslında halklar arasında problem yoktu, hele Ermeni ile Rum ile problemimiz hiç olmamıştı. Ancak o dönemlerde biz oyuna getirildik. Dönemin bütün solcuları medyada patron oldu, hepsinin önleri açıldı. Açanlar da menfaatlerine uyduğu için açtı.

Biz o dönemde güçleniyorduk, söz sahibi olmaya başlıyorduk. Söz sahibi olmaya başladığımız zaman da küçülttüler. 1977 yılında Millet Partisi’ne girdik. 1977-1979 yılları arasında bu partinin genel başkanlığını yaptım. 1982’den sonra Islahatçı Demokrasi Partisi oldu ve bir grup devam etti. Sonuçta sağın vuruşanları olarak biz gösterildik.

Sizin hiç milletvekili adaylığınız oldu mu?

Hayır, hiç olmadı.

Sivil toplumun önde gelen bir ismi olmanıza rağmen neden adaylık girişiminiz olmadı?

Sivil toplum çalışmaları ile toplumumuza daha çok katkı sunacağımı düşündüm. Sosyal ve kültürel faaliyetler bana göre siyasetten daha önemli. Sivil toplum faaliyetleri siyasetin mutfağıdır. Milletvekili olmak için milletvekili olmam. Yoksa olabilirdim ama katkı sağlama konusunda tereddütlerim var. Bu nedenle politik olarak bir çabam olmadı. Sivil toplum alanında da hep “İnsanımıza neler verebilirim?” diye düşündüm. Bir de milletvekili olsam bir partinin tüzüğü içerisinde, aldığı kararlar doğrultusunda hareket etmek zorunda kalacaktım. Bu yapıya hiç girmek istemedim.

Peki, şimdi teklif gelirse kabul eder misiniz?

Hayır, düşünmüyorum.

Hukukçular Derneği’nin geçmişten bugüne öyküsünü en iyi bilen isimsiniz. Ana hatlarıyla bu tarihi nasıl anlatırsınız?

Biz İstanbul Barosu’nun icraatlarından meslek hayatımıza başladığımızdan beri şikâyetçiydik. Mesleki problemleri çözmekten ziyade kendi menfaatlerine, ideolojilerine hizmet eden bir yönetim anlayışı hep devam etti. Hukukçular Derneği 1970’den önce de vardı. 12 Eylül 1980’de bütün dernekler kapatıldı. O güne kadar dernek faaliyetimiz genelde baro seçimlerine endeksli yürütülüyordu. Fakat kapatıldıktan sonra oradaki genç meslektaşlarımızın heyecanlarıyla ev toplantıları yapmaya başladık. Aramızda Av. Şemsettin Petek, Av. Cüneyt Toraman, Av. Fikret Şimşek, Av. Hüsnü Tuna, Av. Mustafa Yağmur ve şu an ismini hatırlayamadığım başka arkadaşların da yer aldığı 8-10 kişilik bir grup oluştu. Bu grup hukuki konularda hazırlıklar, tartışmalar yapardık. Sonra bir gün bir toplantıda karar alındı ve “Bir dernek kuracağız” dediler. Ben de, “1970 yılından beri var olan Hukukçular Derneği’ni canlandıralım o halde” dedim. 1973 yılından beri Hukukçular Derneği üyesiydim. Bu genç arkadaşlarımızın kuracağı dernek de daha ziyade muhafazakâr, İslami hassasiyeti olan bir dernek olacaktı.

Sonuçta biz grup olarak 35-40 kişiydik. 7 kişilik bir yönetim kurulu oluştu ve kurul beni başkan seçti. Böylece 1980’den sonraki ilk başkan oldum ve bu görevi 12 sene yürüttüm. 1988’den 2000‘e kadar… 2000’den 2007’ye kadar Av. Hüsnü Tuna başkanlık yaptı. 2007’den 2010’a kadar da Av. Kamil Uğur Yaralı, Av. Cahit Özkan, şimdi de Av. Cavit Tatlı seçildi.

Hukukçular Derneği, hak ve adaletin vazgeçilmezliği ve insanlığın ortak ideali oluşu gerçeğinden hareketle, hukukun üstünlüğü prensibinin her zaman ve zeminde hâkim olmasını zorunluluk olarak görmektedir. İnsan açısından bakıldığında ise yaratılanların en değerlisi olan insanın, haklarının ve onurunun korunmasını amaç edinir.

Hukukçular Derneği hiçbir kişi ve kurumun karşısında veya yanında yer almaz. Her bir somut olayda haklı olanın yanında, haksız olanın da karşısında yer alır. Derneğimiz sivil toplum kuruluşlarının bağımsızlığını çok önemsemektedir. Sivil toplum kuruluşları kesinlikle bağımsız olmalıdır. Bu bağımsızlık yalnızca devlet ile olan ilişkilerinde değil, her kurum ve kuruluş ve hatta bireyler ile olan ilişkilerinde korunmalı, üzerinde hassasiyetle durulmalıdır. Kişilere karşı bile olsa sivil toplum kuruluşunu etki ve yönlendirme altına sokacak bütün ilişkilerden kaçınılmalıdır. Ancak böyle bir bağımsızlık sayesinde her hâl ve şartta haklının yanında yer alınabilir ve savunulabilir.

Yine eski günlere dönersek, Birlik Vakfı yönetiminde de başkan seçilmiştim. Genel kurulda İstanbul Hukuk öğrencilerinin çıkarmış oldukları “Teklif” isimli bir dergi dağıtıldı. Bu sırada İran’da Humeyni İslam Devrimi’ni gerçekleştirmiş ve Teklif dergisinin kapağında da Humeyni’nin fotoğrafı vardı. Bu yüzden derneğe, “Humeyniciler”, “İrancılar” seçildi diye propaganda yaptılar. Üniversitedeyken bile “Nurcu” diyorlardı. Milli Nizam, Selamet, Anavatan derken bugün de “AK Partili ” diye nitelendirdiler!

Hukukçular Derneği çatısı altında dönem dönem ülkücüler, İslamcılar, Kemalistler olmuş. Ama hiçbir zaman bir arada hareket edilmemiş, bu gruplar birbirlerinin faaliyetlerini, politikalarını onaylamamışlar. Siz bu süreçleri nasıl hatırlıyorsunuz?

Aslında başlarda birlikte hareket ediliyordu. Ancak benim dönemimde ve sonra Hüsnü Tuna döneminde ayrışma daha belirgin hale geldi. Yoksa daha önce birlikte hareket ediliyordu. Örneğin biz Mustafa Özkurt’la birlikte hareket ederdik. Ama bu, onun yapısından kaynaklanıyordu. Diğer arkadaşlarla da beşeri ilişkiler anlamında iyiydik ancak birlikte hareket edemiyorduk.

Hukukçular Derneği’ni Mustafa Kuran’dan devraldınız, yürüttünüz ve baro seçimleri geldiğinde de “Çağrı Avukatlar Grubu” adında bir grup kurdunuz. Bu grup nasıl kuruldu?

Geçmişteki ayrışma o zamanki tarife göre sağ ve sol olarak isimlendiriliyordu. Sağcıların içinde liberaller de vardı. Sosyal demokratlar öbür taraftaydı. Ülkücüler, muhafazakârlar, milliyetçiler, Müslümanlar ise “sağcılar” olarak nitelendirildi. Mustafa Kemalciler de vardı tabii. Prof. Dr. Selahattin Sulhi Tekinay’ın baro başkanlığı seçiminden önce, “Baro seçimlerinde oy kullanmayan para cezası ödemekle yükümlüdür” diye bir kanun çıktı. O dönem herkesin müştereken aday gösterebileceği bir isim isteniyordu ve Prof. Tekinay aday gösterildi. İşin enteresan tarafı bizim beraber hareket ettiğimiz tarafla solcular da aynı tavrı almıştı.

Çağrı Avukatlar Grubu ise 1990 yılında kuruldu. Çağrı aslında, Hukukçular Derneği, Hukuki Araştırmalar Derneği (HUDER), Hukukun Üstünlüğü, Hukukçular Birliği’nin bir arada ana gövdeyi oluşturduğu bir platformdur aslında. Çağrı Avukatlar Grubu yönetiminde Muharrem Balcı, Hüsnü Tuna, Kamil Uğur Yaralı, Mustafa Özkurt, Yasin Şamlı, Mehmet Alacacı vardı. İlk adayımız Av. Ünal Emiroğlu oldu. Kendisi Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim Görevlisi idi. Ayrı bir grup olarak çıkacağımız için kendisini ikna ettik ve 700 civarında yani yüzde 20 oy aldık. 1992’de devam etti 1994’te Mustafa Aydın, 1996’da ben oldum. Benim adaylığım döneminde çok hareketli bir kampanya oldu.

Hukukçular Derneği’ndeki uzun süreli çalışmalarınız her zaman takdir edildi. Ancak bazı dönemlerde, “Necati Ceylan Hukukçular Derneği’ne çok emek verdi fakat belli bir grup isim dışında kimseyi karar mekanizmasına almıyordu” gibi eleştiriler de yapıldı. Bunlara ne diyorsunuz?

Savunmayı savunan avukatların hak ve adaletin gerçekleşmesinde önemli rol oynadığını düşünüyorum. Her seçimden sonra, “mutlaka hemen çalışmalara başlamamız gerekir” diyoruz. Her nedense biraz zaman geçince bunu unutuyoruz. Ben de seçim dönemi geldiğinde telaşlanıyor ve ister istemez hatırlatma gereğini duyuyorum. Geniş katılım sağlamaya ve her kesime kucak açmaya çalıştığımız halde baro çalışmalarında bulunmayan birçok meslektaşımız baronun ve meslektaşın yapısını bilmeden bu tip eleştiriler yapabiliyor. Bu eleştiriler gerekli araştırma yapılmadan çoğu kez haksız ve mesnetsiz yapılmıştır. Bu sebeple bazı haklı eleştiriler gözden kaçmış olabilir. “Küçük olsun, bizim olsun” gibi bir amacımız asla olmamıştır. Mümkün olduğu kadar geniş bir oluşum gerçekleştirmek istedik. Hatta öyle zamanlarımız oldu ki, beraber çalışmamız mümkün olmayan arkadaşlarımızla da çalıştık. Birbirimize, “Benim gibi düşün, benim gibi yap” diyecek insanlar değiliz. Bu eleştirilerin en acımasız ve haksızları da Başbağlar Davası döneminde olmuştur.

Baro seçimleri için işbirlikleri yapmayı düşünmediniz mi?

“Hukukun Üstünlüğü” ya da “Çağrı Avukatlar Grubu” olarak diğer gruplar bizi kabul etmiyor. Ancak bize oy verin diyorlar. Bunu anlatamıyoruz. Biri de, “gel beraber çalışalım” demiyor. Şunu özellikle belirtmek isterim; fikri anlamda, ideolojik, siyasi anlamda hiçbir karşı görüşümüz yok. Hangi düşüncede olursa olsun, İstanbul Barosu’na katkı sunabilecek kim varsa birlikte hareket edebiliriz. Mesleki birlik adına her türlü gruba açığız. Baro seçimlerinde farklı gruplarla birlikte çalışmaya açıktık ve bunu da 2010 yılında Savunma Avukatları Grubu ile yaptık. Bizim mesleğe katkısı olacak her meslektaş ve grupla çalışabiliriz. Her zaman anlatıyorum, sözgelimi; Mustafa Aydın başkan adayımızken yönetim kuruluna mason olan bir meslektaşımız aday oldu. Başka bir örnek verecek olursam, benim başkan adayı olduğum dönemde sosyal demokrat bir meslektaşım aday oldu. Biz mesleğin dışına çıkarak ideolojik veya siyasi bir tavır konulursa kabul etmiyoruz. Bu meslektaşlarımız kendi siyasi partisinde siyasi mücadele etsin. Ancak mesleki anlamda gereksiz tartışmalara biz karşıyız.

“Çağdaş Avukatlar ile Hukukun Üstünlüğü Platformu” birlikte hareket etsin deniliyor. Ancak Çağdaş Avukatlar Grubu’nun da belirli bir siyasi duruşu var.

Çağdaş Avukatlar Grubu, “beraber seçimlere girelim” demiyor, sadece ”bize oy verin” diyor. Her grubun ilke ve prensipleri vardır, bizim de var. Bu ilke ve prensipler doğrultusunda birlikte ve beraber hareket edebiliriz. Biz bunu söylememize rağmen böyle aktarılmıyor. 1990’dan beri de Çağrı Avukatlar Grubu’na ve Hukukun Üstünlüğü Platformu’na haksızlık yapılıyor. Siz herkese açıksınız ama karşı taraf sizi kabul etmiyor. Beraber iş yapalım derlerse biz varız.

Çağrı Avukatlar Grubu’nun isminin “Hukukun Üstünlüğü Platformu”na dönüşmesinin nedeni neydi? Ne zaman isim değişikliği oldu?

“Çağrı” ismi her seçimde tartışma konusu oldu. Çağrı filmini çağrıştırıyor, belirli bir grubu temsil ediyor diye. O yüzden Satılmış Şahin’in adaylığı zamanında “Hukukun Üstünlüğü Platformu” olarak değiştirildi. İsim ya da ismin değiştirilmesi önemli değil, önemli olan mesleki anlamda baronun mesleki sorunlarına çözümler getirebilmesi, öneriler sunabilmesi.

Son seçimlerden bahsedersek, “Satılmış Şahin’in adaylığı ne zaman belirlendi, niye genel kurul toplantısı yapılması?” eleştirileri oldu. Bu eleştirileri nasıl karşılıyorsunuz?

Baro seçimlerinde olsun, Hukukçular Derneği’nde olsun ön plandaki isim ben oldum hep. Bu konuda da aynı şey oldu, çok rahatsız oldum ve uzak durmaya çalıştım. Ancak ne kadar uzak durmaya çalışsam da birileri gelip de sahiplenmedi. Son seçimlerde davetiyeler gönderildi. O gün 350 kişi toplandık. Orada aday olabilecek kişiler ilan edildi. Fakat bu ilan edilme hakkında insanların da bilgilendirilmesi gerekiyordu.

Başka adayı çıkmamasını neye bağlıyorsunuz?

Kimse sorumluluk almak istemiyor. Gönüllü olarak çıkan kimse yok. Bu işler eleştirerek olmaz. Arazide olacaksın. Bizim en büyük handikabımız seçimlerde kimsenin olmaması. Ben, meslektaşımızın sevinçli, kederli anlarında yanında olabiliyorsam, mesleki anlamda katkı sağlayabiliyorsam, seçimleri ben kazanırım başka türlü olmaz.

Baro seçimlerini değerlendirecek olursak, mevcut yönetimin son seçimlerde aldıkları oyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yönetimi kazanan grubun bu kadar oy alabileceğini tahmin etmiyordum. Hukukun Üstünlüğü ipi göğüsleyebilecek bir güç olarak iyi çalışmalar yaptı. Zaten önce de söylediğim gibi Mesleki anlamda çalışmalar yaparsan, projeler üretirsen, meslektaşının yanında olursan oylar alınır.

Hukukçular Derneği’nin yarınına ilişkin önerileriniz neler olur? Dernek üyelerine ve takipçilerine, genç hukukçulara bu anlamda tavsiyeleriniz nelerdir?

Gençlerin gelirken şevkli, arzulu geldiklerini görüyorum. Böyle olunca sonuçları da daha verimli olur. Bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Seminerler yapıyorlar. Gayretliler, başarılı buluyorum. Mevcut düzeni daha ileriye götürmeleri gerekir. Derneğin buna ihtiyacı var. Genel kurulda ‘gönüllü ben de varım’ diyenlerin olmasında fayda var.

Dernek üyelerine ne tavsiye ediyorsunuz?

Derneklerine sahip çıkmaları gerek. Derneğin yanında olacak, faaliyetlerine katılacak ki dernek o zaman büyür. Böylece karar mekanizması olacak, o zaman kendisi de büyür.

Türkiye bugün başta yeni bir anayasa olmak üzere hukuka ilişkin pek çok konuyu yine yoğun olarak tartışıyor. Ancak maalesef halen halka yönelik eksik ve yanlış bilgilendirme süreçlerinin işlediğini görüyoruz. Hukukçuların kamusal bir görev olarak tüm bu konularda halka karşı nasıl sorumlulukları var?

Birçok konuda hukukçu olmadığı için esası bilmiyor, biz hukukçu olduğumuz için esası biliyoruz. Belirli bir kesim kıyameti koparıyor. “Tutukluluk bir tedbirdir” diyor. Ancak felçli olup cezaevinde ölen garibanları biliyoruz. O zaman ses çıkarmayan insanlar “şimdi kanunlar adil uygulanmalı” diyor, ben de aynen katılıyorum ama herkese adil uygulanmalı.

Deneyimli bir hukukçu olarak yargı ve adalet sistemimizdeki son değişiklikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bence, 12 Eylül’de yapılan referandumla en güzel anayasal değişiklik olmuştur. Keza yargı reformunu büyük bir değişiklik olarak görüyorum.

Kürt sorununda gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürt sorunu önemli bir sorun ve aşmamız lazım. Ülke bazında düşündüğümüzde coğrafi anlamda Türk-Kürt, Alevi-Sünni ayrımı yoktu. Beraber yaşamış bir yapıdan geliyoruz. Açıkçası son yıllara kadar ben hiç bu ayrımcılık meselesini düşünmemiştim. Son zamanlarda daha ön plana çıktı. Bizim inancımız yönünden de bir kere aykırılık söz konusudur. Bu sorunu çözmemiz gerekiyor.

İdeal Hukuk Dergisi hakkında neler düşünüyorsunuz?

Hukuk ile ilgili güncel olayları bir yerden takip etmeliyiz. Geride eser bırakmamız lazım. Hukuk konusunda bu konuda boşluk olduğunu düşünüyorum. Takip etmeyi çok faydalı buluyorum.

Genç hukukçulara neler tavsiye edersiniz?

Toplumların hukuka verdikleri değer, adalete saygı ve güven, toplumun temel yapısını oluşturur. Bu değerlerin toplumda yerleşmesinde bireysel olarak herkesin sorumluluğu olduğu gibi hukukçulara özellikle büyük görev düşmektedir. Bir hukuk devletinin tam manasıyla varlığını gerçekleştirmek görevimizdir. Hukuk devletinin olmazsa olmaz şartı ise “Bağımsız Yargı”dır. Yargının olmazsa olmaz şartı “Savunma” ile birlikte anlam kazanır. Savunma, “sav-savunma-karar” üçgeninden oluşan yargının vazgeçilmez öğesidir. Adaletli bir yargılamanın varlığı, ancak avukatın etkin katılımıyla sağlanabilir. Avukatlığın önemi ve özelliği nedeniyle bu mesleği en güzel şekilde yapmalıyız. En iyi hukukçu bizler olmalıyız. Bu sebeple mesleğimizin hakkını vermeliyiz. Bu, hukuk devletinin ve adil yargılanma hakkının gereğidir.

Bunun yanında Türkçeyi iyi bilelim. Dinimiz için Arapçayı ve bir de yabancı dil olmak üzere en az üç dilimiz olsun. Mesleki anlamda dil öğrenilmesi gerekiyor. Tercüme eden kişiler hukukçu değilse farklı anlamda da tercüme etmiş olabiliyor. Sadece İngilizce de yetmiyor. Rusça, Çince de öğrenilmesi gerek. Meslektaşlarımızın hukuki, kültürel ve sosyal faaliyetlerin içinde kesin bulunması lazım. Hem mesleki hem de sosyal ve ekonomik yönden katkı sağlamış olur.

Geçmişe dönüp baktığınızda pişmanlık değil ama “keşke öyle yapmasaydık” dediğiniz ve tabii karşıtı olarak, “iyi ki öyle yapmışız” dediğiniz hangi olaylar var?

Keşke demekten ziyade her şeyi kabul etmek ve bir olaydan ders çıkarmak gerekir. Keşke demek ileriye götürmez. Dünyanın her yerinde hukukçular savunma mesleğinin gelişmesi ve bunun ötesinde hukukun üstünlüğünün yerleşmesi için mücadele etmekte. Meslek arkadaşlarıma şunu tavsiye ediyorum: Eğer bu mesleği yapacak, avukat, hâkim, savcı olacaksa en iyisini, en güzelini yapması lazım. Çünkü bizim işimiz çok hassas. Belki bir başka bir işte yanlış yaparsın o önemli değildir ama birinin hakkını diğerine aktarırsan hukuki anlamda çok kötü sonuçlar doğurabilir. Bir insanın hayatına mal olabilir. Bu yönde işimizi en doğru şekilde yapmamız şart.

necati ceylan

Cüneyt Toraman

Necati ağabey ile çok uzun bir yolculuğumuz oldu

Necati Ceylan, Hukukçular Derneği’nde en uzun süre başkanlık yapan meslektaşımız, ağabeyimiz. Dernek çatısı altında çalışmaya karar verdikten sonra, derneğimizin ilk başkanı. Yönetim kurulu, her hafta en az bir kere toplanır, bu toplantılara, isteyen herkes katılırdı. Yönetim kurulu üyesi olup olmadığına bakmadan söz alır, önerilerde bulunur, oylamaya katılırdı. Hiçbir arkadaşımız dışlanmadığı için, dernek faaliyetlerine daha çok kişi katılır, bu da daha çok arkadaşımızın, taşın altına elini sokmasına vesile olurdu. Avukat arkadaşlarımızın, farklı düşünce ve öneriler getirmesi, ayrışmaya değil, daha sağlam kararların alınmasına katkı sağlardı. Bilinen olağan karar süreçlerinde, öneriler ortaya konulur, kısaca lehte ve aleyhte söz verilir, alelacele oylama yapılır. En çok oyu alan öneri kabul edilmiş sayılır. Necati Ceylan ise, toplantılarda, önerileri toplar, önerilerin lehinde ve aleyhinde konuşmak isteyenlere söz verir, konuşanlara “gerekçelerini” sorardı. Öneriler “yeterince tartışılınca”, farklı uçlar ortak bir noktada toplanmaya, genel bir kanaat oluşmaya başlardı. Onlarca toplantıda hiçbir oylama yapılmadığını, oylama dahi istenmediğini söyleyebilirim. Bunun aksini uygulayan yönetim kurulu üyesi arkadaşlarımız da oldu. Elbette, her iki yöntemin artıları da eksileri de vardır. Ama ben, oylama yapılmadan hepimizin katıldığı kararların ruhunun olduğunu, kurumsal ve yasal karar süreçlerinin ölü bedenlerden bir farkı olmadığını düşünüyorum. Baro seçimlerinde düşüncelerimiz çok farklı! Yirmi yıldır o beni, ben de onu ikna edemedim. Ama son dönemler hariç, sabahın erken saatlerinden geç vakitlere kadar yine hep birlikte çalıştık!

2000’li yıllardan önce Türkiye, çok sıkıntılı süreçlerden geçti. Bir meydanda gösteriye katılmak tutuklama nedeniydi! Sekiz yıllık eğitimin kesintili olmasını istemek, yargılanmayı gerektiriyordu. Başörtü yasağını protesto amacıyla el ele tutuşmak, anayasayı ihlal, 312.madde kapsamında bir suç olarak addediliyordu. Derneğimize o kadar çok hukuki yardım başvurusu gelirdi ki! Benim hatırladığım kadarıyla, hiç kimse avukatsız kalmamıştır. Bir, üç, beş, on değil yüzlerce avukattan söz ediyorum! Hukuki yardım talepleri, sadece İstanbul’la sınırlı kalmamış, Malatya’ya, Bursa’ya, Denizli’ye, Trabzon’a, İzmir’e kadar uzanmıştır. “Bir insanı tanımak için, ya alışveriş etmeli ya da yola gitmeli” demiş atalarımız. Necati ağabeyi tanıyacak kadar uzun bir yolculuğumuz oldu. Çok da alışverişimiz oldu, hayır aldık, hayır sattık!

necati ceylan

Av. Cahit Özkan

Necati Ceylan’dan, hoşgörüyü ve uzlaşmayı öğrendik

Necati Ceylan üstadımız avukatlık mesleği içerisinde çok farklı hukuksal ve siyasal bakış açılarını bir arada barındırabilen bir büyüğümüzdür. Her fikri sabırla dinleyip, doğru ve güzel olana ulaşmak konusunda ustalaşmış bir hukuk insanıdır.

Hukukçular Derneği’nin “Onursal Başkanı” ünvanını dernek tarihimizin en önemli şahsiyeti olarak gerçekten hak ederek taşımaktadır. Benim başkanlığım süresince de çalışmalarımızı her zaman birlik ve beraberlik içerisinde sürdürmemizde temel belirleyici Necati Ceylan’ın uzlaştırıcı ve hoşgörülü tavrı olmuştur.

Onun bu özellikleri şüphesiz bütün hayatına ve çalışmalarına yansımıştır. Uluslararası Hukukçular Birliği’nin, Hukukun Üstünlüğü Platformu’nun oluşumlarında büyük rol oynamıştır. Halen de bu kurumların başarılı çalışmalarının içinde aktif olarak yer almaktadır. Aynı şekilde Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın çalışmalarına da büyük katkı sağlamıştır. Hukuk camiası olarak Onursal Başkanımız Necati Ceylan üstadımızdan ve hizmetlerinden her zaman şeref duyduk. 

necati ceylan

MUSTAFA YAĞMUR

Vakıf insan, Necati Ceylan

Av. Ali Cahit Polat bir toplantıda Necati Ceylan’ı kürsüye davet ve takdim ederken “Vakıf insan, Necati Ceylan” diye tanımlamıştı. Bu tanımlamayı çok sevmiş, işte ‘efradını cami ağyarını mani bir tanıtım’, demiştim.

Gerçekten de Necati Ceylan bir vakıftır. Vakıf olduğu için de Necati Ceylan fedakârlıktır. Değerlerimiz için hiç duraksamadan, azalmadan, kesintisiz bir gayrettir, çabadır, sebatkârlıktır. Samimiyettir ve hep gençtir. Bütün bunlarla birlikte bir mütevazılık abidesidir.

Gözlemleyebildiğim kadarıyla, kendi dönemi, kendi döneminden en az 15 yıl öncesine ve kendi döneminden en az 20-25 yıl sonrasına dek olan dönemlerde avukatlığa başlayan meslektaşların en çoğuna ulaşabilendir. Onların dertleriyle dertlenebilendir, gerekiyorsa yardım, gerekiyorsa tavsiye, gerekiyorsa uyarıda bulunabilendir.

Mesleğe 1985 yılında başladım. O yıl Necati Ceylan ile tanıştım. Bu tanışma bir zorunluluktur. Çünkü insanımıza, değerlerimize sahip çıkmak, bunun için bir araya gelmek, karşılıklı bilgileri deneyimleri paylaşmak için nerede bir toplantı, nerede bir görüşme, nerede bir hareket belirleme çabası var ise, Necati Ceylan oradadır.

4-5 yıl, belki daha fazla her hafta birimizin evinde toplandık. Bu süreçte bir dernek kurmayı ve pek faaliyeti olmayan, tabiri caiz ise atıl durumda bulunan ve varlığını o zaman öğrendiğim Hukukçular Derneği’ni aktif hale getirip, bu dernek çatısında, gerek teknik ve teorik hukuk ve bilimi hakkında ve gerekse ülkenin siyasi ve toplumsal alanlarında yaşanan ve yaşanmakta olan olaylar ve düşünce dünyası hususunda toplantılar yapmak, düşünceler serdedebilmek hususları gündeme geldi. Daha doğrusu hep gündemimizdeydi ama kuvveden fiile çıkma tavrı benimsendi.

Birlik Vakfı’nda yapılan genel kurulu hatırlıyorum. Necati ağabeyin ekibiyle birlikte görevi devralışını. Mustafa Kuran Bey’in naif bir tavırla, ‘yıllardır tek başıma bu günlere kadar yaşattığım derneği, huzurla gençlere emanet ediyorum,’ şeklindeki sözlerini…

O tarihten sonra derneğin Laleli, Sultanahmet, Beyazıt, Edirnekapı’daki merkezlerinde yapılan faaliyetleri. Konferansları, panelleri, yurtiçi-yurtdışı gezileri… İki yılda bir baro seçimi döneminde adli tatil dönüşü dernekte daha bir gayretlenmeleri, dernek merkezlerinin yetersizliği ve toplantıları Birlik Vakfı’nın mekânında yürütmeleri. Bütün buralarda hep, hep, ama hep Necati Ceylan vardır. Üstelik her halde de vardır. Mesela hafızamda yer edenlerden; dernek başkanı olarak kürsüde konuşurken vardır, bir toplantı öncesi sandalyeleri düzeltirken vardır veya baro seçimleri dönemi afiş asarken vardır.

Bu süreci anlatmak istedim, çünkü bu sürecin, kendi payıma benim için çok önemli sonuçları oldu. Mesleğin ilk aylarında, ilk yıllarında adliyelerde, baro odalarında kendimi hep yalnız, tek başıma hissediyordum. Baro odalarında üstatların uzun uzun oturduklarını hatırlıyorum ve konuşanlarında, gerek mesleki, gerek aktüel, gerekse düşünsel tüm konuşmalarının, sadece resmi devlet ideolojisinden beslenen ve buna dayatan bir edada sürdürülen konuşmalar olduğunu hatırlıyorum.

Derneğin faaliyetlerinin başlaması ve bu etkinliklere katılımın artmasına paralel olarak, benim her adliyede, her baro odasında bir tanıdığımla karşılaşmaya başladığımı hissediyorum. Bu süreci bilhassa benim kuşaktaki her arkadaşın yaşadığını tahmin ediyorum. Yıllar yılı süren bu kolektif çabanın harcı, çimentosuydu Necati Ceylan; hâlâ  harcı, hâlâ çimentosu…

Necati Ceylan’ın Anlatımıyla İz Bırakan Davalar

Bu içerik daha önce İdeal Hukuk dergisinin 6. sayısında yayımlanmıştır.