Necati Ceylan’ın Anlatımıyla İz Bırakan Davalar

Uğur Mumcu Cinayeti ve Sivas Davası

24 Ocak 1993’de Uğur Mumcu katledildi. O zaman olay, bir İslami hareketin üzerine yıkılmak istendi. Biz dernek olarak o kişiler ve grupların ilgisi olmadığını ispatlamak için karar aldık ve sahip çıktık. O davada hukuka aykırı çok işlem yapıldı, işkenceler yaşandı. O zaman DGM’ler vardı. Avukat iki meslektaşımız gözaltına alınmıştı. DGM savcısının yazılı talimatı ile görüşmeye gitmiştim, fakat görüştürmediler. Olayda gözaltına alınanlardan birinin eşi İstanbul’da yalnız kalmış, kimsesi de yok, memleketine gönderme durumu olmuş, bizim avukat arkadaşlar eşyaların taşınması için kamyon ayarlamış, göndermişlerdi. Bu yüzden “yardım yataklık” suçlaması ile savunma avukatlarını sorgulamak için içeriye aldılar. Tabii bunlar hep bir tecrübe oldu bize. Kesinlikle bir avukat olarak avukatlık sınırları içinde kalacaksın, yardım yapacaksan hukuki yardım yapacaksın. Sonra o meslektaşlarım serbest bırakıldı. Birisi de Yasin Şamlı’dır. Uğur Mumcu olayından sonra Orgeneral Eşref Bitlis öldürüldü, “uçak buzlandığı için düştü” dediler. O dönem, “Cumhurbaşkanı Turgut Özal, güneydoğudaki problemleri iyi biliyor, Kürt sorununu çözecek” deniyordu… Arkasından 2 Temmuz 1993’de Sivas olayları oldu. Aziz Nesin, “Şeytan Ayetleri” kitabını tercüme etti ve ondan sonra kıyamet koptu. Önceden Sivas Banaz’da şenlikler yapılıyordu o yıl merkeze alındı. Aziz Nesin, Sivas, Konya, Kayseri, Maraş gibi Alevi-Sünni meselesinin hassas olduğu bölgelere konferanslara gidiyordu. Sonra Sivas’ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katıldı. Cuma namazı kılınırken dışarıda davul çalındı ve halk tepki gösterdi. Saat 13.00’den akşam 19.00’a kadar Sivas’ın cadde ve sokaklarında gidip gelmeler oldu. Aziz Nesin’in Madımak Oteli’nde kaldığı söylenerek halk, otele yönlendirildi ve onu aradı. Kitlesel bir hareket haline geldi olay. Özel hedef gösterilmişti Aziz Nesin. Otelin önündeki bir otomobil devrilip yakıldı, otel yanmaya başladı, perdelerin de tutuşmasıyla dumanlar içinde kaldı. 33 kişi dumandan boğularak öldü. O 33 kişi, hiçbir olayla alakası olmayan sanatçılar, şenliğe katılan kişilerdi. Olaylar sırasında Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı ve birkaç sanatçı valililiğe gidip geliyorlar, Ankara’yı arıyorlardı. Aslında orada insanlar kurtarılabilirdi. O zaman da söyledim, “Menemen olayı şeklinde yapılmak istenen bir olaydır bu” diye. 150’ye yakın meslektaşım Sivas Davası’nda sanıkları savunmak için vekâlet aldı. Orada aslında 37 kişi vefat etti. 4 de Sivaslı vardır. Fakat 37 olarak kabul etmezler. Otel resepsiyonunda çalışan 2 kişi Sivaslı idi ve tabanca kurşunuyla öldürüldüler. Onların araştırılması talebinde bulunduk fakat reddedildi. Bu konuda Alevi sivil toplumun büyük sorumluluğu vardır. Cuma namazı kılınırken niye davul çaldırıyorsun, saygı göster değil mi? Aziz Nesin’i niye oraya getiriyorsun? Etkinliği niye Banaz’dan Sivas’a alıyorsun?

Biz avukat olarak çok üzülüyorduk ve olayın açığa kavuşmasını istedik. Emniyet müdürünün, ‘Organize eden Sivaslı olmayan 8-9 yabancı vardı’ gibi bir ifadesi oldu. Hiç ilişkisi olmayan 450-500 kişi gözaltına alındı. Otelin yanında Büyük Birlik Partisi binası vardı. Birçok kişi BBP binasından götürülerek kurtarıldı. Yoksa ölü sayısı daha çok olacaktı. Hem insanları kurtardılar hem de sanki olayı onlar çıkarmışlar gibi itham edildiler. Otelden çıkamayanlara aracılar ile ‘devlet güçlü siz çıkmayın’ diye talimat verildi. Saat 13.00’de başlayan olaya 19.00’a kadar resmi makamlar, polis ve asker müdahale etmedi.

Dava safhasında sanıkların avukatıydık. Benim müvekkilim bir itfaiyeciydi. Duruşmalara avukat olarak 96-100 kişi girdiğimizi hatırlıyorum. Bu süreç içerisinde bize de çok hakaret ettiler. Provokasyon olsa bile bunu tasvip etmiyoruz. Ancak bunu bahane ederek İslam’a, Müslümanlara saldırmaları, masum insanların ölmesi, mahkûm edilmeleri bizi çok rahatsız etmiştir. Zaten bizim bulunmamızın nedeni o. Bunların savunmalarında bulunduk.

başbağlar davası

Başbağlar Davası

Bir enteresan olay da, 5 Temmuz 1993’de Başbağlar’da taşeron PKK tarafından 33 kişinin yakılarak öldürülmesidir. Yaz aylarında köye giden insanların evleri yakılarak katliam yapıldı. Biz orada öldürülen köylüler için devlete tazminat davası açtık. Bugün ceza mahkemelerinde kanundan bahsedenler o zaman bizi ipe çekiyorlardı. Atışmalar, hakaretler vardı. Onları savunmayı üstlenmemize bile hakaret ediyorlardı. O zaman çok iyi hatırlıyorum Demirel, televizyonda ‘akan kan yerde kalmayacak’ diye konuşma yapıyordu. Biz Hukukçular Derneği olarak buna benzer olayların faili meçhul olduğunu, hiçbir şeyin sonuçlanmadığını ve bizim bu konunun takipçisi olacağımızı, mağdurlardan da ücret almayacağımızı söyledik. Karşıda devlet olduğu için meslektaşlarımız ilk başta bazı tereddütler yaşadı ama daha sonra kabul ettiler. Ne olup bittiğini anlayabilmek için Erzincan DGM’ye gittik. Davayı açarken herhangi bir ücret almayacağımızı, eğer sonuç çıkarsa yalnız yüzde yirmi beşini alacağımızı söyledik. Davalardan bir şey çıkmayacağı düşüncesindeydik ama bu işlerin de peşi bırakılmasın, hakkı aransın diye yaptık. Hak arama doğrultusunda dernek başkanı olduğum için ben, Hüsnü Tuna, Cüneyt Toraman ve Kamil Uğur Yaralı’dan oluşan dört yazıhane, gönüllü olarak davalara baktık. Daha sonra İdare Mahkemesi Sivas’ta olduğu için Sivas’tan bir avukat meslektaşımız daha katıldı. Bu konuya dernek sahip çıkmış oldu. Devlet Başbağlar Davası’nda tazminat ödemek zorunda kaldı. Basına, “80 milyar tazminat aldılar” denildi. Biz para almamış, gönüllü olarak yapmıştık. Kendi aramızda konuştuk, “Payımıza düşen paranın yüzde beşini derneğe, yüzde beşini ceza davalarına, Sivas davalarına giden genç avukatlara vereceğiz” dedik. Kalan yüzde on beşini de beş büro olarak aramızda paylaştık. Ancak birçok dedikodulara maruz kaldık, hatta 400 bin dolara kadar para aldığım dedikodusu bile çıktı!

Başbağlar Davası’nda cezada yargılananlar İzmir DGM’ye gönderildi. En yakın DGM Erzincan’da, Ankara’da vardı ama davayı İzmir’e gönderdiler örtbas etmek için. İki tane itirafçı çıktı, PKK’lıların kod isimlerini verdi ama kod isimden mahkeme araştırmadı. Üstelik bu doğrultudaki taleplerimiz “ilgisi yok”, diye reddedildi.

Diğer Bazı davalar

Anadolu İslam Federe Devleti’nin İstanbul Valisi müvekkilimdi. Keza, Hasan Celal Güzel ve Hasan Mezarcı’nın müdafiliğini yaptık.

çevik bir

Çevik Bir Davası

Askeri mahkeme heyetinden bir hâkim albay, komünizmden dolayı tahkikat geçirmiş ve 15 gün tutuklu kaldığına dair basında haber çıktı. Bu konudaki görüşümü alan Akit gazetesinin muhabiri ile yaptığımız telefon görüşmesinde, “Bu ülkede vatanını, memleketini seviyorsan kapıcı, odacı dahi olamazsın ama ülkeni sevmiyorsan en yüksek mertebeye kadar gelebilirsin” demiştim. Bu haberden sonra dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir, gizli talimat ile Bağcılar Cumhuriyet Başsavcılığı’na talimat yazarak dava açılmasını rica ediyor. Savcı hiçbir soruşturma yapmadan Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açtı. Avukat olduğum halde sanık olarak çağrılmışım! Aslında Adalet Bakanlığı’ndan izin olması lazım, bir kere ben bir avukatım, belki mesleki bir konuşma yapmıştım, belki gazete söylediğimi farklı yazmıştı. Böyle bir beyanat verip vermediğim bana sorulmamıştı bile. Şu ortaya çıkıyor ki bu ülkede, bu sistem içerisinde, provokasyonlar, projeler, millet aleyhine halkın değerlerine ters, sömürü düzenine, egemen bir sınıfa hizmet eden devleti millete düşman hale getirmek isteyenlerin çalışmaları olmuştur.

28 şubat

28 Şubat ve Yargıtay’a ilk müdahale

28 Şubat sürecinde yani 1997’de Genelkurmay, hâkimleri brifinge çağırdı ve bütün Yargıtay üyeleri, Sivas Davası hâkimleri, savcıları katıldı. Böyle bir brifinge katılarak anayasaya aykırı davranıldığını, adaletli karar alınamayacağını belirterek Sivas Davası’ndan topluca istifa ettik. Bu hareket, Cumhuriyet tarihinde yargıya açıktan yapılan ilk müdahaledir. Davadan haberimiz olsun diye Ankara ve İstanbul’dan meslektaşlarımız takip etti ve sonuçta anayasal düzene karşı suç işlemekten dolayı 33 kişi idama mahkûm edildi.

Hukuki anlamda bakıldığında 28 Şubat’ın yanlışları çok oldu. Başörtüsü ile ilgili Üniversitelerde öğrenciye hiçbir yasaklama yoktu. Üstelik Turgut Özal zamanında getirilen, “2547 Sayılı Yükseköğretim Yasası”nın Ek 17. Maddesi, “Yürürlükteki yasalara aykırı olmamak koşulu ile yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir” diyordu. Buna rağmen Ocak-Şubat sürecinde İstanbul Üniversitesi bir genelge yayınladı. Bunun üzerine biz de Beyazıt’ta rektörle görüşmeye gittik. Genelgeye göre, Cerrahpaşa, Çapa ve İlahiyat Fakültesi’ndeki öğrenciler okula alınmıyordu. O dönem 40-45 avukat okula gittik, orada militan durumunda kaldı avukatlar. Öğrencileri kampuse bile almıyorlardı. Ben de İdare Mahkemesi’ne dava açtım. Üç tane yürütmeyi durdurma kararı aldım. Ancak o dönemde “hukuk benim” dendi, hukuk bir kenara itildi, yasal olmayan işler ve eylemler yapıldı.

UHUB Uluslararası Hukukçular Birliği’nin kuruluşu

1996 yılında Didim’de Hukukçular Derneği, hukukçuların uluslararası boyutta bir araya geldiği bir sempozyum düzenlenmişti. Pakistan, Keşmir, Sudan, Bulgaristan, Makedonya, Bosna Hersek, Suriye, Mısır, Tunus, Filistin, İngiltere, İspanya, Almanya gibi 22 ülkeden o toplantıya katılım oldu. Basına kapalı 80 kişilik kurul toplantısı yapıldı. Hatta sonradan Hindistan Büyükelçisi Hukukçular Derneği ile görüşerek Keşmir konusunda, “Öyle bir sorunumuz yok” demiştir. Uluslararası Hukukçular Birliği’nin (UHUB) kuruluşu böyle başladı. Yaratılanların en değerlisi olan insanın, haklarının ve onurunun korunması, adaletin sağlanması amacıyla Uluslararası Hukukçular Birliği oluşturulmasına karar verildi. Masum insanların katledildiği, sistematik işkencelerin yapıldığı, çevrenin ve tabiatın tahrip edildiği günümüz dünyasında, bütün haksızlıklara son vererek hukukun üstünlüğü ilkesini hâkim kılmak amacımız olmuştur. Böylece 2006 yılı Ağustos ayında Çeşme İzmir’de tekrar toplanarak Uluslararası Hukukçular Birliği’nin temeli atılmış oldu. Her zaman hakkın, adaletin ve haklının yanında yer almaktayız. Küçülen dünyamızda ülke sınırlarını bu kavramlar açısından çok anlamlı olmayıp başka bir ülkede yapılan hak ihlâllerine sınırlar gerekçe gösterilerek duyarsız kalamayız. Ülke olarak bulunduğumuz bölge (Ortadoğu) dikkate alındığında ise bu sınırların farazî ve anlamsız olduğu hemen görülecektir. Kaldı ki hak ve adalet evrenseldir. Bu bakımdan dünya sathında hakkı ve haklıyı savunmak üzere çeşitli ülkelerden hukukçular olarak bir araya gelerek Uluslararası Hukukçular Birliği’ni kurmuş olduk.

Bu içerik daha önce İdeal Hukuk dergisinin 6. sayısında yayımlanmıştır.