Osmanlı Devletinde Birlikte Yaşama Kültürü*

Prof. Dr. Fethi Gedikli / İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Öğretim Üyesi

“Birlikte yaşama kültürü” kavramı yeni bir kavramdır, bunu geçmişe taşımak biraz anakronizm gibi değerlendirilebilir. Böyle adlandırma modern zamanlarda duyulan bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Orta çağda Avrupa ayrı dinlere yaşama hakkı tanımamıştı. Endülüs Müslümanları ve İspanyol Yahudilerinin başına getirilenler bunun tipik örnekleridir. Rusya’da da başka dinlere müsamaha başlangıçta olmamıştı. Tatarların zorla Hıristiyanlaştırılması örneği ortadadır. İslam dünyasında ise baştan beri başka din mensuplarının inançlarını ve varlıklarını koruma imkânı kendilerine tanınmıştı.

Birlikte yaşama kültürü, Fransız İhtilali sonrası bir virüs gibi geri kalan dünyaya bulaşan “milliyetçilikler” veya bugün yaygın olarak kullanılan tabiriyle “kimlik siyaset”lerinin doğurduğu kanlı katliamlar sonucu geliştirilmiştir. Başka bir deyişle, “kimlik siyaseti” diye bir şey icat edildi ve insanlar birbirine düşman edildi. Oysa (İslam)-Osmanlı’da iki millet vardı. Müslümanlar bir milletti, Müslüman olmayanlar da bir milletti. Dolayısıyla hangi kavimden gelirse gelsin bütün Müslümanlar eşitti, aralarında birbirlerine karşı bir üstünlük veya nakıslığı yoktu. Yanlarında da gayrimüslimler vardı. Bu ikinciler de semavi dinlere mensup Ehl-i kitaptılar, kitap ehli idiler ve hürmete layık idiler. Yeryüzünde ve gökyüzünde ne varsa hepsi Allah’ındı ve Allah’ın olan hürmete layıktı. Yunus Emre’nin dilinde bu “Yaradılan’ı severim Yaradan’dan ötürü” ile formülleştirilmişti.

Müslümanlıkta böyle olduğu gibi Türk geleneğinde de hangi inanca mensup olursa olsun insanların dinine dokunmamak esastı. Hem Türk hem İslam geleneği kimsenin dinine müdahale etmemeyi temel almıştı. Evet, Allahın mesajı, İslam dini, bütün insanlığa yönelik idi, evrenseldi, ama buna isteyen inanır isteyen inanmazdı. Müslümanın vazifesi ilahi mesajı ilgiliye ulaştırmaktı; sonrası muhatabın kendi bileceği bir şeydi.

Osmanlılar İslam devletlerinin bir mirasçısı olarak İslam hukukunun bu konudaki prensipleri tatbik etmişlerdi. Kur’an dinde zorlama olmadığını belirtmişti; tebliğ edilir, inanan inanır, inanmayan inanmazdı! İslam hukukunun bu konudaki hükümleri çok erken bir dönemde, Müslümanların Mekke’den Medine’ye göç ettiklerinde gelişmeye başlamıştı. “Medine Anayasası” herkesin inancını tanımıştı. Hz. Peygamber bu prensipleri sonraki dönemlerde de uyguladı. Yemendeki valisine yazdığı mektubunda salt bu sebeple tazyike maruz kalmamasını istemişti. Hz. Ömer’in verdiği ahidnamelerle bu uygulamayı geliştirip sürdürdüğü bilinmektedir.

Osmanlılar İstanbul’un fethine kadar birçok gayrimüslim ahaliyi idare etmişti; İstanbul’un alınmasıyla bu daha da arttı. Fatih Galata zimmilerine can, mal ve inanç güvenliğini teminat altına alan bir ahidname verdi. Bu ahidnameler gerek ülke içinde yaşayan gerekse Osmanlı himayesi arayan komşu ülke haklarına tanınmıştır. Bosna-Hersek’teki, Fransisken papazlarına verilen ahidname de bunun bir örneğidir. Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden kalkmasına kadar da hep önemli bir gayrimüslim nüfus hayatını sürdürmüştür. Osmanlıların kısaca “millet sistemi” olarak adlandırılan gayrimüslimler düzenlemeleri bugün de hayranlık uyandırmaktadır. Altı asra yakın süren “Osmanlı barışı”nın değeri, son yüzyıl boyunca her gün daha iyi kavranmaktadır.

Osmanlı devletinde gayrimüslimler “zimmî” statüsünde görülmüşlerdir ve İslam Hukukunun zimmiler için öngördüğü kurallara muhatap olmuşlardır. İlginç bir şekilde Hz. Ömer’in Suriye Hristiyanlarına olan ‘sözde’ ahdini (fasl fi şeraiti’l-islam ale’l-küffar”) Manisa 1 numaralı şer‘iyye sicilinin başında görüyoruz. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde geçen Rum mimarbaşı ile Fatih’in yargılanması hikâyesi, –gerçekliğinden bağımsız olarak- Osmanlı muhayyilesinin Padişahın gadrine (adaletsizliğine) uğrayan bir gayrimüslim vatandaşın hakkını Padişahtan aldığını gösterir çok enteresan bir meseldir.

Şeriyye sicillerinde yapılan araştırmalar diğer dinlere de semavi dinler olarak bakmanın veya başka din mensuplarının ehl-i kitap olarak görülmesinin bir sonucu olarak gayrimüslim kadınlarla evlenme nadir değildir. Daha çok ayrı mahallelerde yaşamış olmalarına rağmen komşuluk ilişkileri ve iş teşebbüsleri yaygındır. Dinî veya etnik bir farklıktan dolayı ‘modern zamanlara” kadar Osmanlı toplumunda kayda değer bir çatışmanın not edildiği söylenemez. Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler Müslümanlarla bir arada karşılıklı hürmet içinde hayatlarını sürdürmüşlerdir.

*Avrasya Hukuk Kurultayı Tebliğler Kitabı; s.430 (3-7 Eylül 2014, Saraybosna)