Dr. Hamid Gharavi
Derains & Gharavi Hukuk Bürosu (Paris)
(1) Bu konferansı organize edenlere, Prof. Şanlı’ya, Prof. Akıncı’ya beni buraya davet ettikleri için ve Prof. Akıncı’ya beni tanıttığı için çok teşekkür ediyorum. Prof. Akıncı beni överek aslında aynı zamanda kendini de övmüş oluyor; çünkü bütün davalarda kendisi de aktif bir rol oynuyordu, bunu da belirtmek istedim.
Biz bu konuyu nasıl ele alıyoruz? Davalarda yargılama teknikleri ve Türkiye’nin performansıyla ile ilgili konuyu açarken hem hakem hem de avukat olarak açık ve dostane bir biçimde Türkiye’nin taraf olduğu davalarla ilgili görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Tabii burada gizlilikle ilgili hükümleri göz önünde bulunduracağım. Sunumum iki bölümden oluşacak. Öncelikle ticari davalardan daha sonra da yatırım davalarından bahsedeceğim.
(2) Giriş olarak şunu söylemek istiyorum. Bildiğim kadarıyla uygulamada Türkiye’de avukat seçimiyle ilgili ve Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu tahkim davalarıyla ilgili merkezi bir koordinasyon birimi yok. Maliye Bakanlığı işin finansal boyutlarıyla ilgileniyor; ama günlük uygulamaya ve avukat seçim sürecine baktığımızda söz konusu sürecin parçalanmış bir biçimde ilerlediğini görüyoruz maalesef. Yani bildiğim kadarıyla her bir kurum, her bir bakanlık, kendi seçim sürecini gerçekleştiriyor.
Bazen belirli bir hiyerarşiye göre seçim yapılıyor, bazen ise hakem ve avukat heyeti bakanlığın kararlarına göre belirleniyor. Bu aslında birçok ülkede yapılan uygulamanın aksidir. Birçok ülkede merkezi bir otorite vardır. Genellikle bu tahkim sürecini Adalet Bakanlığı takip eder. Bakanlık, hakemlerin ve avukatların seçim sürecini ya bizzat kontrol eder ya da İran’daki gibi avukat ataması gibi konuları ele alan merkezi bir avukatlık hizmetleri birimi vardır.
(3) Bu yorumda bulunduktan sonra sunumun ilk boyutuna geçeceğim. Bu kısımda Türkiye’nin taraf olduğu ticari tahkim davalarından bahsedeceğim. İstisnalar vardır ; ama genel olarak büyük davalarda Türkiye bu konuda gayet iyi temsil ediliyor, iyi savunuluyor. Davanın güçlü, zayıf yönlerine göre gayet iyi savunmalar yapılıyor. Büyük ve hassas olmayan 10–15 milyon dolarlık davalarda ise mesela avukat seçimi ve hakem seçimi süreci bence pek doğru yapılmıyor. Burada Türkiye Cumhuriyeti’nin bu davalarda daha dezavantajlı durumda olduğunu belirtiyorum.
Ne tür bir avukatlık veya savunma stratejisi var diye soracak olursanız, böyle bir strateji yok. Burada söz konusu olan tahkim davaları tamamen birbirinden yalıtılmış, izole davalar değildir. Yani bunlar sık sık karşılaşılan bilinen türden davalardır.
Mesela Enerji Bakanlığı’nın bir davasında atanan avukatlardan biri, taraflar arasındaki konuşmaların içeriğini bile anlayamıyordu. Teknik becerisi yetersizdi. İngilizcesi de tamamen yetersizdi, çapraz sorgu yapamıyordu. Tek yapabildiği, her şeye itiraz etmekti. Hatta kendi lehine olan durumlarda bile kendi aleyhine itirazlarda bulunuyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin atadığı hakem ise bir hakem gibi değil, bir avukat gibi davranıyordu. Bu da her defasında başhakemin sinirlerini bozan bir durumla sonuçlandı tabii ve söz konusu davada Türkiye aleyhine bir karar verildi. Oysa Türkiye’nin lehine olan bir sonuç ortaya çıkabilirdi. Başbakanlıkla ilgili başka bir davada, Türkiye Cumhuriyeti’nin avukatı, karşı tarafın bilirkişisinin çapraz sorgusundan hemen önce, hakem heyeti üyelerine döndü ve dedi ki: “Yarın yurtdışında bir konferans olduğunu tamamen unutmuştum. Yarın sabah geleceğim, 15 dakika soru sorup ayrılacağım”. Maalesef böyle şeyler oluyor. Bunlar tek tük rastlanan vakalar değil. Bu tür sorunlar, avukatlara ayrılan bütçenin makul olacak şekilde ayarlanması sayesinde aşılabilir.
(4) Sunumun ikinci kısmında, yatırım ihtilaflarından bahsetmek istiyorum. Yatırımlarla ilgili ihtilaflar kamuya açıktır. Bu yüzden farklı özelliktedir. Genelde çok büyük meblağlar ve devletle ilgili çok hassas konular söz konusudur. Bu tür davalarda Türkiye Cumhuriyeti çok başarılı oldu. Aleyhine açılan davaların çoğunu kazandı ancak yine bazı sorunlar oldu. Bu sorunları da sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu zaferlerin belirli bir bedeli oldu. Bu zaferler karşılığında bazen belirli bedeller ödendi bazen de büyük karmaşalar ortaya çıktı.
Bana göre bunun en iyi örneğini Uzan ailesiyle ilgili davalar oluşturuyor. Uzan ailesini hepiniz biliyorsunuz, tanıyorsunuz. Bir imparatorluk kurmuşlardı; medya, telekomünikasyon, çimento, enerji gibi çok çeşitli sektörlerde faaldiler. Türkiye Cumhuriyeti Uzanların mal varlığına el koymuştu. Dolandırıcılık suçları nedeniyle Uzan ailesinin bazı üyeleri yurt dışına kaçtı. Bu kişiler İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranıyordu. Aynı zamanda ABD mahkemeleri dolandırıcılık suçlamasıyla bu kişiler aleyhine tutuklama emri çıkarmıştı.
Uzan ailesi bir Türk ailesi olduğu ve Türk şirketleri kurdukları için, Türkiye Cumhuriyeti aleyhine herhangi biri gibi tahkim süreci başlatamayacaklardı. Onun için bildiğiniz gibi geriye dönük olarak şirketlerinin hisselerini bireysel kişilere ya da yabancı şirketlere aktardılar ve Türkiye aleyhine dava açmaya başladılar. Bunların arasında Libananco şirketi ve Saba Fakes de vardı. Özellikle Libananco ve Saba Fakes davalarından, bu davadaki savunma-avukatlık hizmetlerinden ve koordinasyon hizmetlerinden bahsetmek istiyorum. Bütün bu davalarda aynı aile söz konusuydu. Aynı nedenle aynı tür mallara el konulmuştu ve Uzan ailesi aynı nedenle bir şekilde geri dönük olarak hisse devri yapmıştı.
Her iki davada da hukuki savunmalar çok benzerdi ancak T.C ne yaptı? Bu farklı davaların sorumluluklarını farklı bakanlıklara verdi. Libananco Enerji Bakanlığı’nın sorumluluğundaydı. Seçim süreci, avukatlara bilgi verilmesi vs. hep Enerji Bakanlığı’nın kapsamındaydı.
Saba Fakes TMSF’nin sorumluluğuna verildi. Bu iletişim daha doğrusu bu koordinasyon eksikliği yetmezmiş gibi her iki taraf da farklı avukatlarla çalıştı. Farklı avukatlar iş birliğine girmedi, işbirliği içinde çalışmadı, bunun detaylarına girmeyeceğim. Bunun sonucunda farklı stratejiler ortaya çıktı. Her ikisi de ICSID davasıydı. ICSID davalarında hakem heyeti oluşturulduğunda, davacılar yani Uzan tarafı birkaç ay içinde bir dilekçe hazırladılar ve daha sonra davalı dilekçeye bir cevap, replik hazırladı. ICSID kurallarına göre davalı, yani Türkiye Cumhuriyeti, yargı yetkisi ile ilgili itirazı en kısa zamanda belirlemelidir. Böyle bir itirazı hızlı bir şekilde yapma yükümlülüğü var. İtirazı en geç replik tarihinde getirmek gerekiyor. Libananco davasında verilen karar sadece avukatların verdiği bir karar değildi. İdarenin ve koordinatörlerin sorumluluğu vardı burada. Yargı yetkisi ile ilgili itirazın replik tarihiyle aynı tarihte verilmesi kararı alındı. Yani Uzan tarafının dilekçe verildi ve incelendi. Son güne kadar da beklendi. Yargı yetkisiyle ile ilgili itiraz son günde yapıldı. Söz konusu itiraz aynı zamanda sahtekarlık iddialarını da öne sürüyordu.
Saba Fakes’te ne yapıldı? Hakem heyeti oluşturulduktan sonra hemen yargı yetkisiyle ilgili itirazı getirdik. Repliği beklemedik ve yargı yetkisiyle ilgili karar verilene kadar askıya alınmasını istedik. Aynı zamanda burada bir dolandırıcılık ve sahtekarlık iddiası getirmedik; çünkü sahtekarlığın kanıtlanması çok zordur. Biz bu belgelerin gerçek olduğuyla ilgili endişelere sahibiz; ama bu belgeler gerçek olsa bile davacıların bu belgelere dayanarak, ICSID yönünde bir dava açması mümkün değildir. Çünkü böyle bir yaklaşım tamamen menfaat uğruna çözüm bulma kapsamına girer dedik.
Maliyetten, zamanlamadan, gecikmeden ve stratejik nedenlerden dolayı itirazı hemen yaptık. Uzan’la ilgili bu davalarda, bu tür davalarda T.C’nin el koyduğu mallar çok büyük ya da çok abartılı gibi görülebilir. Eğer karşı tarafın dilekçe vermesine izin verirseniz, hakem heyeti karşı tarafın dilekçesini okur ve “Aaa bir dakika, T.C bu insanlara haksızlık yapmış” diye düşünebilir ve hukuki itirazları göz önünde bulundurur. Hakem heyetinin görüşüne göre eğer çok siyah beyaz değil de gri alanda bir durum varsa o zaman davanın esaslarına girerek dava aleyhine bile karar verebilmeleri mümkün olabilir. Bu strateji sonucu, Libananco davası, Şubat 2006’da açıldı, yetkisizlik kararı Ekim 2011’de verildi. Saba Fakes davasına Ağustos 2007’de başlandı, -Sayın Oktay Şener’in izniyle bunu söylüyorum- ve dava Ağustos 2010’da sonlandı. Yani biri 3 yıl sürdü diğeri 5.5 yıl. Ama daha da önemlisi Saba Fakes’te 1.7milyon dolar söz konusuydu. Bu ciddi bir rakamdır. Savunma için 1.7 milyon harcandı. Libananco davasında 36 milyon dolar artı 8 milyon dolar. Bunlar inanılmaz, rekor kıran paralar. Siz Türk vatandaşı olarak bunu tepki göstermelisiniz. Burada sadece avukatları suçlamamak lazım. Bu konuda devlette de koordinasyon eksikliği olduğu kesin.
Her iki davaya bakan avukatlar da gayet profesyoneldi. Libananco’da ne oldu? Bir aşamada avukatlara ‘Bekle’ denildi. Bana da “Bekle” denildi. Tamam, beklerim; ama bu bekleme benim için hem maliyetli hem de riski var. O zaman ‘Tamam bekleme, hemen itirazda bulun’ dediler.
Diğer davada ise talimatı verenler şirkete devamlı ‘Dur bekle’ dedi. Burada da bir koordinasyon eksikliği olduğunu görüyoruz yani çözülmesi gereken bir sorun var. İleriki davalarda bu durumun ortaya çıkmaması gerekiyor.
Burada ilginç ve birçok şeyi açıklayan bir strateji var aslında. Her iki durumda da kaçak Uzan aile üyeleri tanık ifadeleri verdiler. Her iki durumda da hakem heyeti tanıkları dinlemek istiyoruz dedi. TMSF’nin bize verdiği talimatlarla ICSID’e mektup yazdık ‘Bu kabul edilemez, bu tanıkları dinlemek istiyorsunuz; ama bu insanlar kaçak. Bu kaçaklar da ICSID kurallarının sunduğu dokunulmazlıklardan faydalanamazlar. Normal tanıklardaki gibi dokunulmazlıklardan yararlanamazlar’ dedik. Hakem heyeti de bize ‘Doğru, haklısınız’ dedi. Eğer Uzan ailesini tanık olarak dinlemek isterseniz tamam ancak dokunulmazlık kapsamında değillerdir denildi. Onun için Uzanlar davaya gelmedi ve çapraz sorguya girmediler. Diğer tahkim davasında devlet, bu konuda itiraz getirmedi. Uzan ailesi Paris’teki platformdan yararlanarak Türkiye Cumhuriyeti aleyhine kelimenin tam anlamıyla atıp tuttu ve tabii bunun da belirli bir bedeli oldu.
Burada avukatlık ve savunmayla ilgili farklı yaklaşımlar olduğunu görüyoruz. Bunlara avukatlık teknikleri demeyelim, strateji farkları diyelim, bazen bu strateji farklarının nedeni avukatlar bile olmuyor. Yani devlette karar veren tarafların kararları farklı sonuçlar yaratabiliyor, bunları görüyoruz. Peki gelecekte ne olacak? Gelecekte biraz önce de belirttiğim gibi endişelerin göz önünde bulundurulması gerektiğine inanıyorum. Türkiye yurtdışına know-how ihracat yapan ve tahkim davalarıyla iç içe yaşayan bir ülke. İleride tahkim davaları olacaktır. O yüzden mutlaka merkezi bir otoriteye, merkezi bir ajansa ihtiyaç var. Söz konusu merkez kurulursa, söz konusu bir ajans olursa tahkim süreci baştan sona takip edilebilir. Avukatlık seçiminden hakem seçimine kadar tahkim süreciyle ilgili bütün stratejik kararlar bir merkez tarafından alınabilir. Bunları söyledikten sonra sözlerime son veriyorum ve beni dinlediğiniz için size teşekkür ediyorum.
*Bu tebliğ, 24 Mayıs 2012 tarihinde gerçekleştirilen Uluslararası Tahkim Kongresi’nin 2. oturumunda sunulmuştur.