Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Ortadoğu’daki Silahlı Çatışmalar*

Prof. Dr. Yücel Acer / Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Savaş esnasında uyulması gereken kuralların bir uluslararası sözleşme vasıtası ile ilk kez ortaya konuluşu, 22 Ağustos 1864 tarihinde 16 Avrupalı devlet arasında imzalanan “Kara Savaşlarında Yaralı ve Hasta Askerlerin Durumunun İyileştirilmesine Dair Sözleşme” ile olmuş, daha kapsamlı sözleşmeler 1899 ve 1907 yıllarında La Hey de yapılmıştır. Savaş hukukuna ilişkin en kapsamlı sözleşmeler 1949 yılında Cenevre’de imzalanmış ve günümüzde hemen bütün ülkeler sözleşmelere taraf olmuşlardır.

Ancak, savaş ya da silahlı çatışmalar esnasında uyulması gereken bu nitelikteki kuralların ortaya çıkışını 1864 yılına ve yalnızca Avrupa’daki kimi gelişmelere dayandırmak yanlış olur. Özellikle ilahi dinlerde zikredilen savaşmaya ilişkin uyulması gereken kurallar, bu alanda ortaya çıkan hukuki kuralların öncülerindendir. Binlerce yıl geriye gidildiğinde, Çin, Yunan, Hint, Roma medeniyetlerindeki kimi öncü düşüncelerin ve kuralların yanı sıra teolojik olarak bakıldığında da, Hıristiyanlık ve İslam’ın ön plana çıktığını görmek mümkün.

Örneğin İslam’da, öncelikle Kuran’ı Kerim’de bazı temel prensiplerin bulunduğu görülmekte. Muhammed Suresi’nin 47. Ayeti’nde, savaşırken sadece askerlere yönelik savaşılması gerektiği ve esir alınanların da serbest bırakılması gerektiği emredilmekte. İslam’da savaş esnasında uyulması gereken kurallar detaylı bir şekilde Hz. Muhammed’in (SAV) söz ve uygulamalarında (sünnet) yer bulmakta. Sadece savaşan statüsündekilerle savaşılması gerektiği, yaşlılara, kadınlara, çocuklara, kendisini ibadet ü tâate vermiş ruhbanlara ve mabetlere ilişilmemesi, ağaçların yakılmaması, hayvanlara dokunulmaması, servetlerin heder edilmemesi, savaşta sivil halkın öldürülmemesi, savaşmayan sivil kimselerin canlarının ve mallarının korunması, yapılan bütün anlaşmalara ve akitlere titizlikle saygı gösterilmesi, kadınlara tecavüz edilmemesi, elçilerin bulundukları yabancı ülkede öldürülmemesi, hattâ ne şekilde olursa olsun tutuklanmaması ve alıkonulmaması, her hâl ve şartta düşmanı bedenen ezmeyi ve öldürmeyi esas gaye edinilmemesi, savaşta arazinin ve mamur yerlerin harap edilmemesi, esirlere iyi muamele gösterilmesi prensiplerinin ön plana çıktığını görmekteyiz.

Binlerce yıl öncesinden beri oluşmaya başlayan ve özellikle 19. Yüzyıl’da Uluslararası Hukuk kuralları haline gelmeye başlayan bu prensipleri ihlal edenlerin, yine Uluslararası Hukuk çerçevesinde yargılanması için bir uluslararası mahkeme kurulması fikri ilk defa, 1864 yılındaki sözleşmenin yapılışına öncülük etmiş İsviçreli hümanist Gustav Moynier tarafından 1870’li yılların başında ortaya atılmıştır. Savaş hukuku kurallarını ihlal edenlerin kendi ulusal mahkemelerince yargılanması hukuken mümkün ve yukarıda bahsedilen sözleşmeler gereği zorunlu iken, bir uluslararası mahkemeye olan ihtiyacın her dönemde hissedilmesinin temel bir gerekçesi bulunmaktaydı. Devletler savaş kurallarını ihlal eden kendi askerlerini veya üst düzey liderlerini ya hiç yargılamamakta, ya da göstermelik bir şekilde yargılamaktaydılar. Bu temel gerekçe ile, 1919 yılında Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Versailles Antlaşması, Alman imparatoru Kaiser II. Wilhelm ve diğer Alman savaş suçlularının yargılanmasını öngörmüşse de, bu hükümler uygulamaya konulamamıştır.

İkinci Dünya Savaşı’nı takiben önemli Alman ve Japon savaş suçlularını yargılamak için geçici nitelikli de olsalar Nüremberg ve Tokyo mahkemeleri kurulmuş ve her iki ülkenin önde gelen savaş liderleri yargılanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda, 9 Aralık 1948 tarihinde imzalanan Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme ile birlikte BM Genel Kurulu, Uluslararası Hukuk Komisyonu’ndan (UHK) bu türden suçları işleyenlerin yargılanması için bir uluslararası mahkeme kurulması imkânını araştırmasını istemiştir. Her ne kadar UHK bu tür bir mahkeme kurulmasını mümkün görüp 1951 ve 1953 yıllarında kurucu antlaşma taslakları hazırlamışsa da, özellikle soğuk savaş döneminin yarattığı gergin ortamda mahkemenin kurulması yeterli destek bulamayıp ertelenmiştir. Gerekçe olarak ise, “saldırı suçu” nun tanımının henüz yapılamamış olması gösterilmiştir.

Soğuk Savaş sonrası dönemde, 1990’lı yılların başlarında hem eski Yugoslavya’da hem de Ruanda’da işlenen savaş suçlarının faillerini yargılamak için BM Güvenlik Konseyi tarafından ayrı ayrı geçici iki uluslararası ceza mahkemesi kurulmuş, hem yeni dönemin hem de bu mahkemelerin yarattığı etki ile sürekli bir uluslararası ceza mahkemesi kurulması çalışmaları 1994 yılında yeniden başlatılmıştır. Çalışmalar sonucunda, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuran antlaşma 15 Haziran-17 Temmuz 1998 tarihleri arasında, 160 devletin katıldığı ve Roma’da yapılan devletlerarası bir konferans sonucunda 17 Temmuz 1998 tarihinde Roma da 120 devlet tarafından imzalanmıştır. Aralarında ABD, İsrail, Çin, Irak ve Katar’ın da bulunduğu 7 devlet Konferans’ta karşı oy kullanırken 21 devlet çekimser oy kullanmıştır. Mahkemenin kurucu antlaşması 1 Temmuz 2002’de yürürlüğe girmiş, yargıçları 3-7 Şubat 2003 arasında ve başsavcısı 21 Nisan 2003 tarihinde seçildikten sonra Mahkeme çalışmaya başlamıştır.

Mahkemenin yargı yetkisi ulusal mahkemelerin yargı yetkisini tamamlayıcı niteliktedir. Bir başka deyişle, savaş suçu işlediğinden şüphelenilenlerin kendi ulusal mahkemelerince ya hiç yargılanmaması ya da göstermelik (eksik) yargılanmaları durumunda, bu kişilerin üzerinde mahkemenin yargı yetkisi kullanılabilmektedir.

Kısaca özetlemek gerekirse, mahkeme, soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı suçu (121 ve 123. maddelerdeki şartlar oluştuktan 7 yıl sonra) işlediği iddia edilenleri yargılama yetkisine sahiptir. Mahkeme yürürlüğe girdikten sonraki tarihleri kapsamak üzere, taraf devletlerin vatandaşlarının dışında veya taraf devletlerin ülkesinde veya Mahkeme ile antlaşma yapmış ülke topraklarında bu suçları işleyenleri de kapsamaktadır. 18 yargıçtan oluşan Mahkeme’nin yargıçları Mahkeme’ye taraf olan devletler tarafından seçilmektedir.

Ortadoğu, neredeyse I. Dünya Savaşı’ndan beri, Bölge’de yaşanan silahlı çatışmalar dolayısı ile gündemde olmuştur. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin’de yaşanan çatışmalar ve İsrail’in uygulamaları hemen her dönem gündemde olmuştur. Filistin’de yaygın bir şekilde sivillerin öldürüldüğü, sivil yerleşim yerlerinin hedef alındığı, sivillerin temel ihtiyaç maddelerinden mahrum bırakıldığı ve sürgün edildiği, esirlere işkence ve benzeri muamelelerde bulunulduğu, kullanılması yasak silah ve savaş yöntemlerinin kullanıldığı, savaşta dokunulmazlığı bulunan sağlık personeli ve hastanelerin hedef alındığı ve daha birçok suç teşkil eden eylemlerin gerçekleştirildiği görülmüş ve görülmektedir.

1990’lı yıllardan itibaren silahlı çatışmalar açısından ön plana çıkan bir başka örnek Irak olmuştur. Burada da sivillerin öldürülmesi, işkence uygulanması, yerleşim yerlerinin harap edilmesi ve daha birçok temel hakkın ihlal edilmesi yaygın bir hal almıştır. Son zamanlarda Irak’ta hüküm süremeye başlayan iç savaşta da benzeri uygulamalar devam etmektedir.

Son 3 yıldır bir iç savaşla ön plana çıkan örnek Suriye olmuştur. Bu savaşta özellikle mevcut yönetimin, savaşan ve savaş dışı kişiler arasında yarım gözetmemesi, işkence, temel ihtiyaç maddelerinden mahrum bırakma ve sürgün etme yaygın uygulamalar olmuştur.

Uzun yılardır Ortadoğu’da hüküm süren silahlı çatışmalar ve işlenen suçlara, son yıllarda özellikle UCM’in kuruluşundan beri farklı bir gözle bakılmaya başlandığını görmekteyiz. Zira, Irak’ta ya da Filistin’de silahlı çatışmalar esnasında işlenen suçlardan dolayı, faillerin yargılanmaması ve cezalandırılmaması olağan bir hal almışken, UCM’nin kuruluşundan beri, faillerin bu Mahkeme’ce yargılanması ihtimali ya da seçeneği üzerinden ciddi tartışmalar yaşanmaya başlanmıştır.

Uzun bir süreç ve mücadelenin sonucunda ve bu suçları işleyenlerin cezasız kalmasını engelleme umuduyla kurulmuş Mahkeme, gerçekten de son 10 yılda beklentilere ne derece cevap verebilmiştir? Su ana kadar Mahkeme neredeyse tamamen Afrika’nın bazı ülkelerindeki çatışmalarda suç islediği iddia edilenlerle ilgili soruşturmalar başlatmıştır ve davalar görülmeye başlanmıştır. Yalnızca son dönemde 26 Şubat 2011’de BM Güvenlik Konseyi’nin oybirliği ile meseleyi Mahkeme’ye havale etmesi üzerine Libya”daki iç çatışmalar Mahkeme’nin gündemine girmiştir. Mahkeme 1 Haziran 2012’de, Muammer Gaddafi, oğlu Saif Gaddafi ve Abdullah Al-Senussi hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştır. Muammer Kaddafi’nin ölümü üzerine onunla ilgili tutuklama kararı düşmüş, diğer iki kişi ise halen yakalanamamıştır. Yine son dönemde Mahkeme Savcılığı, Afganistan, Gürcistan, Gine, Kolombiya, Honduras, Kore ve Nijerya’daki durumları incelemeye almıştır.

Şüphesiz ki Mahkeme’nin bu güne kadarki yargılamaları ve etkinliği değerlendirilerek, özellikle Ortadoğu’da beklentileri karşılayıp karşılamayacağı ya da hangi şartlarda karşılayabileceği, üzerinde durulması gereken önemli bir mesele hakline gelmiştir. Bu bağlamda, Suriye ve Filistin’de işlenen suçların faillerinin, kendi ulusal mahkemelerince yargılanmayacağı ya da yargılansa bile etkili yargılanamayacağı gerçeğinden hareketle hangi şartlara UCM’nin etkin rol alacağı ortaya konulacak husustur.

*Avrasya Hukuk Kurultayı Tebliğler Kitabı; s.356 (3-7 Eylül 2014, Saraybosna)