Av. Moroğlu: Atatürk’ün devrim süreci, stratejik bir planlama

Türkiye’nin çağdaşlaşma yönünü belirleyen cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılık, 1924 Anayasası’na 84 yıl önce, 5 Şubat 1937’de eklendi. 

Egemenlik halka 1920 yılında verilmiş, Cumhuriyet 1923 yılında ilan edilmiş olmasına rağmen,  Atatürk İlkelerinin anayasaya dahil edilmesi için neden on yedi yıl beklendiğini Istanbul Barosu Başkan Yardımcısı Av. Nazan Moroğlu’na sorduk:

Yeni devletin temel dayanağı: Milletin iradesi

Öncelikle Türkiye’de ulusal egemenlik adımlarına baktığımızda çok uzun bir süre değil. Çünkü Atatürk’ün devrim süreci, bugünkü kavramıyla stratejik bir planlama. Ortam oluştukça yeni bir devrim, birbiri ardına halkalar şeklinde eklenmişti. 

5 Şubat 1937’de laiklik Anayasa’ya girmeden önce 1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıkışını görüyoruz. Milli mücadelenin başlamasının ilk adımı. Arkasından gelen Amasya, Erzurum, Sivas, Havza Kongreleri ve bütün bu süreçteki genelgeleri yayımlaması tamamen ulusun bağımsızlığını yine milletin azim ve kararlılığına, milletin iradesine bırakılması gerektiği kararı alınmış. Türkiye Cumhuriyeti’nin adeta temel dayanağı olan ulusal egemenlik, kararlı bir şekilde bu mücadeleye katılan halka anlatılmış. 

Kongreler sürecinden sonra Ankara’ya geliş ve 23 Nisan 1920’de Meclis’in açılışı. Artık tamamen Türk halkının egemenliğinin ilan edildiği bir tarih. Peşinden Ulusal Kurtuluş Savaşı ve bağımsızlık mücadelesi geliyor. Meclis’in yönettiği bir savaş süreci yaşanıyor. Dolayısıyla tamamen milletin yönettiği bir savaş süreci oluyor. Milletin iradesi yeni kurulacak devletin temel dayanağı olacağını görüyoruz. 1923’te Cumhuriyet’in kuruluşu. Ancak Cumhuriyet’in anayasası 1924 yılında yapıldı. Birinci maddesi “Türk Devleti’nin yönetim şekli Cumhuriyettir” şeklinde kabul edildi.

Birden devrim yapmak dönemin stratejik planlamasına göre doğru değildi

O tarihte Anayasa’ya baktığımızda ikinci maddesinde halâ “Devletin dini İslam’dır” kuralı var. Çünkü Osmanlı Devleti her ne kadar Tanzimat, Meşrutiyet ve İkinci Meşrutiyet’le açılımlar sağlamış olsa da yine din kurallarına dayanan bir devlet düzenine sahip. Birden devrimi yapmak o stratejik planlama çerçevesinde doğru görülmediği için daha sonra adım adım gidiliyor. 1937’de laikliğin 1924 Anayasası’na eklenmesiyle ulusal egemenliğe getirilen kilit düzenleme yapılana kadar Türkiye’de devrim sürecini görüyoruz. 

“Burada gecikme var mı?” diye sorulabilir. Gecikmenin olmadığını yapılan devrimlere baktığımızda anlamamız mümkün. Çünkü öncelikle 1924 Anayasası ilan edilmeden bir ay önce üç devrim yasasının geçirildiğini görüyoruz. Tevhid-i Tedrisat, Şeriye ve Evkaf Vekâletlerinin Kaldırılması, Halifeliğin Kaldırılması. Bunlar Türkiye’yi laikleştirmeye yönelik yasalar. Gerçekten çok değerli ve bugün de sahip çıktığımız yasalar. 

Devletin temelinin dine dayalı olmaktan çıkarılıp hukuk devletine dönüştürülmesi amaçlanmıştı. Arkasından özel yaşam ilişkilerinin düzenlendiği Medeni Kanun’un 1926’da kabul edildiğini görüyoruz. Ama o zaman Anayasa’da henüz laiklik ilkesi yok. Buna rağmen laik yaşamı topluma tanıtan, uygulanmasını sağlayan yasaların birer devrim halkası şeklinde çıkarıldığını görüyoruz. 

Hukuk, yaşamın arkasından gider

Laiklik kuralının Anayasa’ya girmesi tamamen yaşam biçimini, devletin temelinin nasıl oluşacağını adım adım yasalarla hayata geçirdikten sonra oluşmuştur. Türkiye laik hukuk devleti haline gelmeden önce 1928’de Harf Devrimi’yle toplumun nasıl bir eğitim alacağını görüyoruz. 1924 Anayasası’nda “İptidai eğitim bütün yurttaşlar için zorunludur ve tüm devlet okullarında parasızdır” kuralı var. Burada da eğitim için çok önemli bir kural getirilmiş. Bu süreci tamamladıktan sonra laik hukuk kurallarına göre yurttaşların haklarını kullanması, sahip olması tanınmıştır. Medeni Kanunun bir diğer etkisi de şu olmuştur: O tarihte Türkiye’de yaşayan dine dayalı azınlıklar, Lozan Antlaşması’yla kendi hukuklarını uygulama haklarına sahiptiler. Ancak 1926’da Medeni Kanun kabul edildikten sonra dine dayalı azınlıklar da Adalet Bakanlığı’na başvurarak Medeni Kanun’a tabi olacaklarını belirtmişlerdir. Bu da Türkiye’de hukuk birliğinin hayata geçmesini sağlamıştır.

Laikliğe doğru ilk adım 1928’de atıldı

Devrim yasaları birbiri ardına çıkarılıp topluma mal edilmesinin Meclis’te de bunların kabul edilmesinin ardından 1928 yılında Anayasa’da laikliğe doğru ilk adım dediğimiz bir değişiklik yapıldı. O da “Devletin dini İslam’dır” kuralı kaldırıldı. Anayasa’da bunun temelinin de olduğu 88. madde var. Bu madde “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.” Bu anayasa ilk başta dine dayalı, farklı grupların Anayasası değildi. Sadece  Müslümanlara ait bir Anayasa’ydı. Ama o devrim süreci bir yandan hayata geçirilirken bir yandan da laikliğe doğru adım atıldı. İlk adım 1928’de atılmıştır. Milletvekillerinin yemininde de “vallahi” yerine “Namusum ve şerefim üzerine” şeklinde and içmede düzenleme yapılmıştır. 

Topluma mal edildikçe bu adımlar hızlanarak devam etmiştir. Doğrudan kadın hakları açısından da çok önemli bir değişiklik yapılmıştır. 1934 yılına kadar 1924 Anayasası’ndaki 10 ve 11. madde de şöyle bir ifade vardı. Meclis’e milletvekili seçme hakkı. Diğeri de seçilme hakkı. Her ikisi de Türk olan erkeklere tanınmıştı. Sadece erkek yurttaşlara. Yine bu devrim sürecinde henüz Anayasa’da laiklikle ilgili bir kural yok ama laik hukuk dediğimiz zaman günün ihtiyaçlarına göre değişen hukukun olduğunu biliyoruz. Anayasa’nın 10. ve 11. maddelerinde değişiklik yapılarak milletvekili seçiminin kadın erkek Türk yurttaşlara tanınmıştır. Bu aslında demokrasi, eşit temsil açısından da önemli bir değişikliktir. 

Anayasa’nın ikinci maddesinde yer alan “ devletin dini İslamdır” ifadesinin 1928 yılında kaldırılmasıyla laikliğe doğru ilk adımın atıldığını belirten Avukat Moroğlu, Anayasa’nın 88. maddesini hatırlatarak ilkelerin Anayasa’ya eklenme sürecini anlattı:

İlkeler, cumhuriyetin temelinin neler olduğunu gösterdi

5 Şubat 1937’de Anayasa’ya eklenen ilkeler laiklikle birlikte cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve inkılapçılıktır. Bu ilkeler aslında cumhuriyetin temelinin neler olduğunu gösteriyor. Artık kanunlar tamamen özel yaşam ilişkileri, seçme seçilme hakları, eğitimle ilgili laik bilimsel eğitimle ilgili tüm altyapı hazırdı. 5 Şubat’ta yapılan değişiklikle Anayasa’nın 2.maddesine bu ilkeler girdi. Bu ilkeler olmasaydı örneğin cumhuriyetçilik Anayasa’nın ilk maddesine aykırı olacaktı. Milliyetçi dediğimiz zaman günümüzde biraz farklı algılanıyor ya da siyasi açıdan öyle yansıtılmak isteniyor. Ama 88. maddede dine ya da etnik kökene dayalı ayrımcılık gözetmeksizin her yurttaş Türk olarak kabul edilmişti. Dolayısıyla milliyetçilikte Anayasa’nın 88.maddesindeki ruha dayanıyordu. Yeni bir devlet kurulmuş. Bu nedenle milliyetçiliğin de Anayasa’da yer alması önemliydi. Halkın egemenliğine, milletin egemenliğine dayanması halkçılık açısından değerli. Atatürk ve bu devrimci mücadeleyi veren arkadaşları yeni devletin temeli, bu hakların yurttaşlara tanınması gerektiği, nasıl bir gelişmenin olacağına bakılarak bu ilkeler konulmuştur. Devletçilik ilkesi o tarihler açısından çok değerli. Zaten devlet eliyle ekonomik kalkınmaya da destek verilmiştir. Her ne kadar liberal bir ekonomi olsa da bugün bile bazı alanlarda ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Ama bu ilkeler arasında olmazsa olmaz ilkeler devrimcilik ve laiklik. Laiklik Anayasa’da olmasaydı günümüzde nasıl bir Türkiye olurdu, düşünmek istemiyorum.

Laiklik olmazsa hukuk devletinden bahsedilemez

6 ilkenin hepsi önemli elbette ama Nazan Moroğlu’na bir hukukçu olarak hangi ilke, Anayasa’ya eklenmeseydi hukukun üstünlüğü, açısından büyük bir eksiklik olacağını sorduk. Laikliğin önemine ısrarla vurgu yapan Moroğlu, aksi halde devrimlerden ve milletin egemenliğinden bahsetmenin mümkün olamayacağını dile getirdi:

Bu sorunun cevabı olarak tek bir yanıt istiyorsanız evet laiklik olacak. Çünkü laiklik olmazsa cumhuriyetten, hukuk devletinden, halkın egemenliğinden, devrimlerin yaşatılmasından, inkilapçılıktan bahsedilemez. Nüfusunun büyük bir çoğunluğu Müslüman olan tek dine mensup olan bir ülkede laiklik ilkesi vazgeçilmez. Nitekim dine dayalı devletlere baktığımızda tek örnek Türkiye. Bunun değerini bilmek gerekiyor.

Atatürk ilkelerinin Anayasa’ya eklendiği dönem, bunun siyasi yelpazenin ve demokrasinin darlaşmasına yol açabileceğine dair endişeler de dile getirilir. İlkelerin 1937’de Anayasa’ya eklenmesi 1945’te daha demokratik bir yapıya, çok partili sisteme geçilmesini zorlaştırmış olabilir mi yoksa bütün o endişeler boşa mı çıkmıştır?

Eğer laiklik ilkesi demokrasiyi daraltmış olsaydı tek parti iktidarı sonsuza dek sürmesi gerekirdi. Bu bir siyasi bir bakış açısının söylemini gerektiriyor. Laiklik olmasaydı demokrasi olmazdı. 1945 ve sonrasında 1946’daki demokratik devlet düzenine, yönetim tarzına, seçim sistemine geçilemezdi. Laiklik ilkesi Anayasa’da Türkiye için hayati, olmazsa olmaz ilkemiz. Nitekim 1924 Anayasası’na eklendikten sonra 1961, 1982 Anayasaları’nda vazgeçilmez, devredilmez, kaldırılması teklif edilemez bir madde olarak varlığını sürdürüyor. Buna çok ihtiyaç var. 

Atatürk ilke ve inkılaplarının anayasalarımızda yer alması anayasacılık açısından bunları ideolojik anayasalar haline getirmiş midir? Av. Moroğlu’na bunun pozitif hukuk metinlerine yansımasının nasıl oluduğunu sorduk:

Atatürk ilke ve devrimleri Anayasamıza giren tüm ilkeler çerçevesinde özellikle laiklik ilkesi çerçevesinde baktığımızda aslında hukuk kuralları durağan değildir. Medeni Kanun 1926’da kabul edildi. Diğer yasalar kabul edildi. Ancak yaşam yürür, ihtiyaçlar değişir. Laiklik ilkesine bağlı bir cumhuriyet olmasaydık o zaman kabul edilen yasalar aynen devam edecekti. Durağan bir hukuk sistemi olacaktı. Günün ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik değişiklik yapılması belki de hiç mümkün olmayacaktı. Laiklik ilkesi yasalarda günün ihtiyaçlarına uygun hangi değişiklik yapılması gerekiyorsa bunun gerçekleşmesini mümkün kılan bir ilkedir. Laiklik ilkesi Türkiye açısından vazgeçilmez, temel anayasal bir ilkedir. 

Henüz 100. yılını doldurmayan Türkiye Cumhuriyeti’nde  büyük değişimlerin yaşamasının devrimlere karşı zaman zaman direnç gösterilmesine de yol açtığına dikkat çeken Av. Nazan Moroğlu, kendisiyle yaptığımız özel söylenşinin sonunda medeni kanunu’un hukuk birliğinin ve laik huhukukun temel simgesi olduğu vurgusunda bulundu. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu henüz 100 yılı bulmadı. Bir insan ömrü içinde bu kadar büyük bir değişimin yaşanması bazen o devrimlerin dirençle karşılanmasına yol açtı. Örneğin Medeni Kanun. Hem hukuk birliğimizin hem de laik hukukun temel simgesidir. Ancak son yıllarda devrim niteliği taşıyan resmi nikâh, aile hukukunun yapısını değiştirecek müftülere de nikâh yetkisinin verilmesi laiklik ilkesini de zedelemiştir. Eğer dine dayalı sadece bir grup için yasa çıkarılır veya değiştirilirse o zaman orada laiklikten bahsetmemiz mümkün değil. Ne yazık ki Anayasa Mahkemesi’nin yapısı çok farklılaştığı için Anayasa’da laiklik ilkesinin ihlali diye açılan dava reddedildi. Bu nedenle Türkiye’de laiklik ilkesine özenle sahip çıkmalıyız. Laiklik ilkesi demokrasinin, insan haklarının özellikle Türkiye’de kadın yurttaşların temel güvencesi. 5 Şubat 1937’de kabul edilen ve Anayasa’ya giren bu ilke sonsuza dek korunmalı. Ama özenle korunmalı. Yasalar yoluyla laiklik zedelenmemeli ve yıpratılmamalı.