Av. Yasemen Öztürkcan: İnsan Hakları İhlalleri, Durdurulamayan Bir Gerçeklik

Haber: Taha Ahmet Özel

Birleşmiş Milletler tarafından 10 Aralık 1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabul edilmesinin ardından her yıl 10 Aralık’ta bu gün “Dünya İnsan Hakları Günü” olarak kutlanmakta ve farkındalık yaratma konusunda çeşitli çalışmalar yapılmakta. Türkiye Hukuk olarak Dünya İnsan Hakları Günü dolayısıyla İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Başkan Yardımcısı Avukat Yasemen Öztürkcan’dan insan haklarıyla ilgili görüş ve değerlendirmelerde bulunmasını istedik.

İnsan haklarıyla ilgili toplumda bir farkındalık oluşması anlamında iyi bir noktaya gelindiğini ifade eden Öztürkcan, insanların seslerini daha çok duyurmaya başladıklarını dile getirdi. 

Hak İhlalleri Karşısında Toplumda Farkındalık Oluşuyor

İnsan haklarıyla ilgili ulusal ve uluslararası birçok yasal düzenleme yapılıyor. Görünürde kadın haklarından mülteci haklarına kadar kamuoyunca ya da devletler düzeyinde bir farkındalık, bilinç oluşuyor gibi. Sizce insan hakları açısından dünya, her geçen gün daha mı iyiye yoksa daha mı kötüye gidiyor?

Aslında hem iyiye hem de kötüye gidiyor. Kamuoyunda farkındalık oluşması anlamında daha iyiye gidiyor. Oluşan farkındalıkla beraber haklarının ne olduğunu öğrenen ve özümseyen insanlar, bir araya gelerek örgütleniyor. Öğreniyor, öğretiyor ve nihayet insanlar birlikte dayanışma içerisinde haklarının ne olduğunu bilen, talep etmeye, direnmeye, yasal sınırlar içerisinde yasal sınırlarını temin etmeye, ihlallere karşı hukuksal ve sosyal ve belki sanal yaptırım mekanizmalarını hayata geçirmeye başladı.

Devletler ve hükûmetler arası kuruluşlar nezdinde ise haklar açısından bunun tam tersi yönde bir geriye gidiş olduğunu, faşizan ve ikiyüzlü uygulamalar geliştirildiğini görüyoruz. Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler’in yaptırım mekanizmalarının da duraksayan ve kayıran bir yapıya dönüştüğünü en yakın olarak Mart 2020 Pazarkule’de yaşanan mülteci krizinden görebiliriz. Avrupa Birliği, 7 Aralık 2020’de Küresel İnsan Hakları Yaptırım Rejimi’ni kabul etti. Bu şu demek: İnsan hakları ihlali yapan kişi, kurum ve kuruluşlara, seyahat yasağı, varlıkların dondurulması ve Avrupa Birliği içindeki kişi ve kuruluşların yaptırım listesine alınanlara doğrudan veya dolaylı fon sağlanmasının yasaklanması gibi yaptırımlar uygulayabileceğini ilan etti. Yaptırım kapsamına giren ihlallere baktığımızda; soykırım, insanlığa karşı suç ile işkence, kölelik, yargısız infaz, keyfi tutuklama ve gözaltı gibi ciddi durumları kapsadığını görüyoruz. Küresel İnsan Hakları Yaptırım Rejimi’nin kabul edildiği gün yani 7 Aralık 2020 tarihinde Alman Spiegel Gazetesi’nde yayımlanan bir habere göre, Yunanistan’ın 29 Kasım 2020 tarihinde, Ege’yi yüzerek geçtikten sonra Lesvos (Midilli) Adası’na ulaşmayı başaran 18 sığınmacıyı bir cankurtaran botuna doldurup silah zoruyla tekrar Ege Denizi’nin ortasına bıraktığı haberi yayımlandı. Bu haberleri ve sivil toplum kuruluşlarının, birçok hükûmet dışı kurulun, birçok uzmanın yayımladığı raporları okumaya, koleksiyon yapmaya devam etmemize karşın ihlallerin durdurulması ve mağdurların haklarının giderilmesine ilişkin somut adımlar atıldığını söyleyemeyiz. Devletler, kendilerinin ihlal etmediği temel haklara ilişkin çok duyarlı ve çok sesli olabilmekle beraber kendi egemenlik alanlarında gerçekleşen ihlallere karşı ilgisiz, duyarsız ve sessiz olmayı sürdürüyorlar.

En Çok Adil Yargılanma Hakkı İhlal Ediliyor

Sizce dünyadaki en önemli insan hak ihlali nedir? Ülkemizde en çok açılan hak ihlalleri davaları nelerdir?

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi başta olmak üzere devam eden yıllarda, temel hak ve özgürlüklere ilişkin olarak bölgesel, ikili ve çok taraflı nice anlaşmaya rağmen, insan hakları ihlallerinin önüne hâlâ geçilemediği, uluslararası birçok rapor ve mahkeme kararınca somut olmasına rağmen durdurulamayan bir gerçeklikten söz edebiliriz.  

Burada yargı ve yaşam gibi bir ayrım yapmak isterim. Hayatın olağan akışı içerisindeki her ihlalin her zaman mahkemeye yansıması ve yansımış olsa dahi bir kararla neticelenmesi söz konusu olamamaktadır. Yaşamda, basına, raporlara, eserlere yazılı ya da sözlü olarak yansıyan ihlaller olarak özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı, ayrımcılık yasağı, ifade ve basın özgürlüğü, toplantı özgürlüğünü sıralayabiliriz. Hatta örneğin yarın başkent Ankara’da Yüksel Caddesi’nde, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni okuyan bir kadını temsil eden İnsan Hakları Anıtı önünde bir basın açıklaması yapmaya niyet etsek, az önce sıraladığımız bu temel haklarımızın ihlalini hızlıca deneyimleyebilir ve hukuki soruşturmaya dahi maruz kalabiliriz.

Bununla beraber bir hak ihlaline maruz kalan insanlar, adalete erişim özgürlüklerini kullanarak hak arama yollarına başvurdukları andan itibaren, maalesef başka bir hak ihlaline de maruz kalmaya başlıyorlar. Yaşam içinde maruz kaldığı hak ihlalini gideremeyen insanlar yargı içinde, mahkemeler eliyle bir başka temel insan hakkı olarak “adil yargılanma hakkı“ndan da mahrum kalıyor. Uluslar ve uluslararası yüksek mahkemelerin, kendi yayınlarında ve web sitelerinde yayımlayarak kamuoyu ile düzenli olarak paylaştıkları aylık ve yıllık istatistiklere baktığımızda, adil yargılanma hakkının her zaman en çok başvuru yapılan ve ihlal kararı alınan hak olduğunu, bu istatistiki sonucun istikrarlı bir şekilde sürdüğünü görebiliyoruz.  

Problem Haklarımızın Uygulanmasında Yaşanıyor

1982 Anayasası temel hak ve özgürlüklerin korunmasına yönelik sahip olduğu düzenlemelerde sizce ne düzeyde başarılı?

Burada Anayasal açıdan bir problem yok. Anayasa metninin uygulanması konusunda problem yaşıyoruz. Anayasa’nın bağlayıcılığında, hukukun üstünlüğünde, eşitlik, belirlilik, hukuki güvenlilik ilkelerinde sorunlarla karşılaşıyoruz. Anayasa, haklar konusunda yeterli. Eksiklikler bulunması halinde Anayasa Mahkemesi kararlarıyla veya referandumlarla uygulamada genişletilmesi mümkündür. Anayasa’nın 13.maddesinden başlayan ve 40. maddesine kadar devam eden temel hak ve özgürlükler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ek protokollerinde yer alan temel hakların sözleşmede yazmasıyla korunması aynı potada erimiyor. Metin üzerinde yazan haklar hayata adapte edilemiyor. Sorun; yasama, yürütme, yargı erklerinin temel hak ve özgürlüklerin özümseyip uygulanmasını temin etmesinin birincil görevi olduğunu ihlal ve ihmal etmesinden kaynaklı. Sözleşme, Anayasa, ek protokoller, kâfidir. Kâfi gelmediğinde kamuoyunun bilgisine danışılarak referandumlarla düzeltilmesi, eklenmesi mümkündür. Asıl sorun Anayasal haklarımızın uygulanmasında karşımıza çıkmaktadır.      

Tüm Dünyada Mülteci Sayısı 70 Milyonun Üzerinde

Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin tam olarak uygulanabilmesi pratikte ne kadar mümkün?

Paris’te 10 Aralık 1948’de 217 sayılı Birleşmiş Milletler (BM) kararıyla yayımlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin birinci maddesi “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler” der.

Herkes için geçerli olan bu temel haklar böyle tarif ediliyor. Beyanname, bağlayıcı bir anlaşma olmamakla beraber sonradan imzalanan temel hak ve özgürlüklere ilişkin anlaşmalara ilham olan, ön sözünde atıf ve saygı yükümlülüğü çerçevesinde referans gösterilen bir temel olma niteliğine sahiptir. 72 yıl sonra bugün İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni uygulamak pratikte ne kadar mümkün? Örneğin köleliğe ilişkin 4. Madde düzenlemesine karşın Libya, Irak veya Suriye’de kadınlar ve kız çocukları insan pazarlarında satılıyor. 2014 yılında IŞİD tarafından kaçırılıp köleleştirilen Yezidi İnsan Hakları Savunucusu Nadia Murad, Kongolu jinekolog Denis Mukwege ile birlikte ‘cinsel şiddetin silah olarak kullanılmasına son verdirme gayretlerinden ötürü’ Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü. Nice kazanımlar olsada zorla çalıştırılma, fuhuşa zorlanma ve borçlandırarak köleleştirmenin önüne yeknesak bir şekilde geçilemediğini görüyoruz. Modern kölelik özellikle savaş ve kriz bölgelerinde yaygın olmakla beraber, kurumsal hayat olarak tabir edilen çok uluslu büyük sermayeli şirketler bünyesindeki çalışma koşulları, çocuk işçiliği gibi ihlaller sıklıkla basında yer almaya da devam ediyor.

Beyannamenin 5. maddesinde “Hiç kimse işkenceye, zalimane, gayri insani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tabi tutulamaz” deniliyor. Bütün dünyada yasaklanmış olmasına rağmen birçok ülkede devlet yetkisiyle işkence devam ediyor. İşkenceyle mücadele anlaşmasını imzalayan devletler artıyor ama bütün dünyada işkenceler sürüyor. Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi başta olmak üzere birçok hükûmet dışı kuruluş, sivil toplum örgütü, ulusal ve uluslararası denetçiler ve uzmanlar; cezaevlerine, geri gönderme merkezlerine, kamplara ve polis merkezlerine sürekli olarak ziyaret etmekte ve bu ihlaller raporlanmasına karşın, bu ziyaretler bile devletlerin resmi izinleri ile gerçekleşebilmektedir.

Beyannamenin 14. maddesi “Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir” der. En başta kendi ülkesinde olmak üzere, dünyadaki mülteci durumuna düşen insanların sayısı 70 milyonu geçti. BM nezdinde 1951 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmesi’nden sonra ülkesinden kaçmak zorunda kalanların sayısı hiç bu kadar yüksek olmamıştı.

Sonuç olarak, bireylerin haklarını bilme ve yasal sınırlar içerisinde kullanma; devletlerin ise temel hak ve özgürlüklerin tesisi, korunması ve ihlali halinde hızlı, şeffaf ve etkin bir şekilde giderme yükümlülüklerini hatırlatıyor; insanlığın barış içinde hür ve adil bir dünyada yaşama isteğini yineliyorum.