Eski Yargı Kültürü İhtiyaca Cevap Vermiyor

Yargıtay 5. Ceza Dairesi Üyesi M. Nihat Ömeroğlu

Yargı reformu acil bir ihtiyaç mıdır? Neden?

Yargı (erk’i) kısaca hukuk düzeninin bozulmamasına yönelik faaliyet olarak tanımlanabilir. Bir anlamda devletin mahkemelerine ait faaliyetlerdir.

Bilinen dünya tarihinde yargının yani adaletin yeri yadsınamaz. İnsanlığı verdiği savaş ve mücadelelerin temelinde adil bir toplum düzeni yatar. Mutlak iktidar sahipleri (hükümdar, kral, padişah, diktatör vb.) ellerindeki yetkiyi kötüye kullandıkça insan aklı yeni fikirler üretmeye, yeni çözümler bulmaya çalışmıştır. Bu mücadelenin sonucu iktidarın sınırlandırılması gündeme gelmiş ve dünyada 1215 yılında İngiltere Kralı John’un baronların baskısı sonucu kabullenmek zorunda kaldığı 62 maddelik Magna Carta kabul edilmiştir. Bunu 1776 Virginia Haklar Bildirisi, aynı yıl kabul edilen bağımsızlık bildirisi, 1789 Fransız İhtilali sonucu İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da 1808 tarihli Senedi İttifak, 1839 Gülhane Hattı Hümayun’u, 1877 Kanuni Esas-i takip etmiştir.
Bunları neden hatırlatmayı gerekli gördüm? Görüldüğü gibi bunların temelinde insan hak ve özgürlükleri, dolayısıyla yargı yani adalet yatmaktadır.

Toplum yaşayan bir organizmadır. Sürekli değişken ve üretkendir. Toplumsal dinamiklerin gerisinde kalan her kurum eninde sonunda değişecek veya reforme edilecektir.

Türkiye’de de bu tespitler ışığında arkaik yapı arz eden eski yargı ve onun getirdiği eski yargı kültürü, toplumsal ihtiyaçlara cevap veremediği gibi, toplumsal dinamiklerin de gerisinde kalmıştır. O nedenle yargıda reform kaçınılmazdı. Siz buna adaletin gecikmesi, davaların birikmesi, hak kayıpları olarak niteleyebilirsiniz. Ama temel neden yargı artık eski yargı kültürüyle toplumun yargı ihtiyacına cevap veremiyordu. Reform şarttı.

Yüksek yargıdaki problem sadece iş yükünün fazlalığı mıdır?

Şüphesiz problem sadece iş yükünün fazlalığında değildir. Problem hem nicelik hem nitelik yönündendir.

Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında kuruldu. Köklü devrimler dönemi başladı. Bunlardan biri, belki de en önemlilerinden olan, hukuk devrimiydi. Bu bir nevi “resepsiyon” idi. Yani bir hukuk sistemi bütünüyle değişmekte veya bir devlete ait bir kanun Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından tümü veya bir kısmı benimsenerek yürürlüğe konmasıydı.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana üst norm olan anayasalar, olağanüstü koşulların ürünüydü. Dolayısıyla kanunlar da buna uygun olarak çıkartıldı. Diğer bir anlatımla anayasa ve kanunlar, belli hâkim güçlerin baskısıyla hazırlatılmış, kurum ve kuruluşların, temel hak ve özgürlüklerin çerçevesi bu şekilde çizilmiştir. Ama içi doldurulmamış, kağıt üzerinde kalmıştır. Her şey hâkim ideolojinin kadroları tarafından, devlet aygıtının kontrol ve hâkimiyetini sağlayacak şekilde kurgulanmıştır. Temel hak ve özgürlüklere salt biçimsel bir anlam verilmiştir. Yargının, özellikle yüksek yargının temel problemi şudur: Kemalist rejim ve devletin koruyuculuğuna soyunmuş, temel hak ve özgürlükleri yadsımış ve insan odaklı olamamıştır.

Prof. Dr. Mete Tuncay bir söyleşisinde şu tespitte bulunuyor: “Eskişehir’de 1938 yılında, yüksek yargıçlar Atatürk’ün anti-komünist nutkunu, istasyonda hazır olda dinlediler.” 10 Mart 201 tarihli Taraf gazetesine bakılabilir.

Ama ben inanıyorum ki Atatürk bu durumu bilmiyordu. Bilse rahatsız olurdu. Onun buna ihtiyacı yoktu diye düşünüyorum.

Yakın tarihimizde de 1980 darbesi sonrası bağlılığını bildiren yargı, 28 Şubat 1997’de askeri araçlarla karargâha brifinge giden yüksek yargıçlar post modern antidemokratik darbeyi ayakta alkışladılar. Yakın dönemde bir yüksek mahkemenin başkan vekilinin gizlice geleceğin genel kurmay başkanı ile karargâhta gizlice görüşmesi, o sırada önemli anayasa değişikliği ile ilgili iptal davasının görülmekte oluşu, on gün sonrada iktidarda olan partiye açılan kapatma davası…

Yüksek yargıda davaların taraflarına göre farklı kararlar verdiği söylenebilir mi? Diğer tabirle adalet terazisinin eğri tartması söz konusu mu?

Bu sorunuza olumsuz cevap vermeyi çok isterdim. Ama maalesef kimi Yargıtay hukuk ve ceza daireleri, hatta genel kurulları bu bağlamda iyi sınav vermediler. İdeolojik ve siyasi eylem ve söylemlerde bulundukları gibi, bunları kararlarına da yansıttılar. Özel kuryeyle başka vilayetten dosya getirtip halen Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanını mahkum ettiler. Prof. Dr. Baskın Oran, Prof. Dr. İbrahim Koboğlu’na alenen yapılan hakaret ve sövmelere eleştiri dediler. Dönemin Van Başsavcısı’nı, bir soruşturma ile ilgili kamuoyunu aydınlattı diye, yine Baykal ile ilgili bir sahne sanatçısı vekalet ilişkilerini kamuoyu ile paylaştı diye tazminata mahkum ettiler. Polemik yapmak istemem. Ama bunlar yüksek yargıda yaşandı. Kararlar taranabilir. Fazla da konuşmak istemiyorum. Ben bunları daha önce medyada ve ulusal gazetelerde kamuoyuyla paylaştım.

Yargıtay ve Danıştay’da daire ve üye sayısının arttırılması yargının sorunlarını çözer mi?

Şüphesiz yargıdaki sorunlar teke indirgenemez. Sorun çok kapsamlıdır. Eldeki biriken dosyaların ivedi sonuçlandırılmalarına çözüm olabileceğini söyleyebilirim. Ama bu gelecekteki sorunlarımızı çözmez.

Sorun ekonomik, sosyal, kültürel ve sosyolojik boyutlarda ele alınmalıdır. Koruyucu ve sosyal devlet olgusunu göz ardı edemeyiz. Toplumsal adaleti ve barışı sağlamak sonuçta yargıya katkıdır. Saygının ön plana çıktığı, şiddetin, kabalığın, bencilliğin gerilediği toplumda sorunlar ve dolayısıyla davalar da azalır. Her bireyin yaşam çizgisine inmek gerekir. “Politik modernlik” ve gerçek adalet bu şekilde sağlanır. Her şeye sahip olmayı telkin eden acımasız kapitalist toplum yerine, bir refah ekonomisi yapılandırmamız gerekir. O zaman bakın mahkeme kapılarında bu kadar insan olur mu, yargı bu kadar eleştirilir mi? “Her şeyi hemen isteyen” kısa vade toplumu olmaktan süratle uzaklaşmalıyız. Geleceği hazırlamaz, çevreyle ilgilenmezsek ne bu davalar biter ne de yargıya yapılan eleştiriler.

Yargıtay kısa zaman önce daire ve üye sayısının arttırılmasını isterken şimdi neden karşı çıkıyor?

Ben bunu mensubu olduğum yüce kurumun bir üyesi olarak yadırgamadım. Çünkü o dönemde gerek Yargıtay’ın profili gerekse HSYK’nın bilinen yapısı gözetildiğinde yeni seçilecek üyeler onlara güç katacaktı. Eski, HSYK’daki yüksek yargıçlar 5 kişi (durumları, eylem ve söylemleri kamu oyunca bilinmektedir; ki bir üyesi bir siyasi partiden aday adayı oldu) şeffaf olmayan, hesap verilebilirliği bulunmayan bir uygulamayla kendilerine yakın olanları seçeceği inancı hakimdi. Geniş tabanlı, daha şeffaf, kısmen hesap verilebilirliği i olan yeni HSYK’nın oluşumu üzerine ise tedirgin oldular. Eski güçleri ve iktidarları kalmadı. Yeni seçilecek üyelerin kendilerinden olmayacağı zehabına kapıldılar. Oysa şeffaf, adil, liyakat esasına göre yapılan yeni Yargıtay ve Danıştay üyeleri seçimi (istisnalar hariç) bunların bu endişelerini gelecekte yersiz olduğunu ortaya koyacağına inanıyorum.

Felsefeci John Davey, “Düşüncenin bilgiye dönüşmesi için eylemle sınanması gerekir.” diyor. Bunu bekleyip görelim. Peşinen HSYK ve yeni üyeleri kategorize etmeyelim.

Sosyolog Dominique Schnapper, “İnsanların kendi aralarında ve toplum kurumlarına karşı minimum bir güven olmadan ne ekonomik faaliyetler ne siyasi meşruluk ne de sosyal düzen ayakta durabilir.” tespitinde bulunmaktadır. O halde kurumlarımıza iyi niyetle güvenmek durumundayız. HSYK, iktidarın veya iktidarların değil halkın ve yargının kurumu olacaktır.

Adalet Bakanlığı 2007 yılında yüksek yargıda üye sayısının azaltılmasını isterken şimdi neden artırım yolunu tercih etti? Bu da tutarsız değil mi?

Yerinde bir soru. Çelişkili bir durum var gibi durmaktadır. Ancak 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemeleri’nin kuruluş, görev ve yetkileri hakkında kanuna göre kurulan ve istinaf denilen mahkemeler faaliyete başlayacaktı. Ancak Yargıtay daha sonra bunların en az 5 yıl ötelenmesini önerdi. O tarihteki taslakta da Yargıtay üye sayısı 150 ve 170 olarak düşünülüyordu. Çelişki gibi duran tablo bundan kaynaklanmaktadır. İstinaflar hakim ve savcı sayısının yetersizliği, yüksek mahkemenin talebi ve değişik nedenlerle faaliyete geçemeyince, toplumda infiale neden olan davaların birikmesi, hak kaybına neden olması, zaman aşımından davaların düşmesi göz önüne alınarak bu acil durumu çözmek için üye sayısının arttırılmasına gidilmek zorunda kalınmıştır diye düşünüyorum.

Hakim ve savcı sayısı yeterli mi? Hakim ve savcılarımızın eğitim ve başarıları yargı sürecini ne derece etkilemektedir?

Şüphesiz yeterli değil. Bunun değişik nedenleri vardır. Adalet Bakanlığı’nın bütçesinden tutun da hâkim adaylarının alınmasındaki Danıştay yürütmeyi durdurma kararlarına kadar gidebiliriz. Kaldı ki bu sorun 8-10 yıllık sorun değildir. Geçmiş iktidarlardan devam eden bir sorundur. Bunu Adalet Bakanlığı’ndaki iki genel müdürlükte bulunduğum için de biliyorum.

Sayının yeterli olup olmadığını aşağıdaki vereceğim rakamlar okuyucu ve kamuoyu takdir edecektir:

ALMANYA – Nüfus: 142 milyon Hakim sayısı: 20.138
RUSYA – Nüfus: 142 milyon Hakim sayısı: 30.539
UKRAYNA – Nüfus: 46 milyon Hakim sayısı: 6.893
İTALYA – Nüfus: 58 milyon  Hakim sayısı: 6.450
FRANSA – Nüfus: 63 milyon Hakim sayısı: 4.532
İSPANYA – Nüfus: 45 milyon Hakim sayısı: 4437
TÜRKİYE – Nüfus: 73 milyon Hakim sayısı: 6953

Ancak hemen şunu ilave edelim ki, bu ülkelerin hukuk sistemleri ile Türkiye’ninki farklılıklar göstermektedir. Orada alternatif çözüm yolları fazladır. Bizde ise yeni yeni gündeme gelmektedir.

Bana göre hâkim ve savcı sayısından daha önemlisi meslektaşların son derece donanımlı ve iyi yetişmelerinde yatmaktadır. Bu sayı yeterli oluncaya kadar onların her zamankinden fazla çalışmaları ve kendilerini yetiştirmeleri ile mümkündür. Sevinerek ifade edebilirim ki, son 10-12 yıldır Adalet Bakanlığı’nın öncülüğünde yargı kurumlarımız dahil doktora, master, seminer, sempozyum, yurtdışı hukuk çevreleri ile ilişkiler eskisinden çok daha donanımlı hakim ve savcılarımızın varlığını ortaya koymaktadır. Bu istatistikler ve programla sabittir.

Adil yargılama için reformlar yapılıncaya kadar mevcut sistem içinde hakim, savcı ve avukatların yapabilecekleri yok mudur?

Şüphesiz vardır. Sorumluluk bilinci içinde yargının gerçekten itibarlı hale gelmesi için temel hak ve özgürlükler bağlamında, uluslararası metinler gözetilerek, yargılama üçlüsünün (hâkim, savcı, avukat) işbölümü ve işbirliği içerisinde halkına, adalete özveriyle hizmetten geçmektedir. Yeni bir yargı vizyonuyla, yeni bir yargı kültürü oluşturmakta diyebiliriz.

Dosya Giriş      3. Bölüm: Av. Reşat Petek     4. Bölüm: İsmail Rüştü Cirit

Bu içerik daha önce İdeal Hukuk dergisinin 6. sayısında yayımlanmıştır.