Hukukun Teknesinde Yoğrulan Şair: Bejan Matur

İki kız çocuğu Gaziantep’in boş sokaklarını adımlıyordu el ele… Sabahın erken saatinde abla, kardeş yeni bir heyecana doğru gidiyorlardı. Daha doğrusu abla, kardeşe o yolda eşlik ediyordu: Ortaokula kayıt günü! Çiftçilikten kazandıklarını, çocuklarını yetiştirmek için harcayan, kız, erkek çocuk ayrımı yapmayan aydın bir babanın iki kızı, okula varamadan durdular… Durduruldular! Askerler vardı yollarının üstünde, “Haydi evinize bakalım! Sokağa çıkmak yasak…”

Geriye döndüler ister istemez: Eve…

Yeni okuluna kayıt yaptıramamış küçük kızın aklında o gün, “eğitime, sokağa, hayata” doğru yolculuğunun engellendiği gün olarak kalacaktı: 12 Eylül 1980!

Şair ve yazar Bejan Matur’un hayatında, hukuk eğitimi almasını açıklayabilecek buna benzer daha çok anısı olacaktı. Ancak yolunun hukuk fakültesine doğru gitmesi için onun anılarının birikmesi gerekmeyecekti.

“…
Doğu diyorum bazan
Rüzgarı acıtan doğu
Yeter mi anlamama
Avunmak için
Dörtlükler ve haritalar
Topladım çantama
Taşlar biriktirdim
Saçlarımı uzattım kahırla
…”
(Rüzgârı Acıtan Doğu-Bejan Matur)

Dört yaşından itibaren babasından duyar hep, “Benim kızım avukat olacak”… Çünkü baba zaten, kızının avukat olmasını istemesine neden olacak kadar çok biriktirmiştir doğunun o “acıtan” rüzgârlarından, “Hukuk eğitimi genelde babaların tercihidir. Çocuklar babalarının hayallerini gerçekleştirmeye çalışır. Benimki de biraz öyle. Hukukçu olmak, gerçeklerin savunucusu olmak, toplum adına sorumluluk hissedip onlar adına söz alıp iktidar karşısında, güç karşısında kendinizi bir birey olarak konumlandırmak ideali ile ilgilidir. Ama çocuk yaşta bunları düşünemezsiniz. Babamın benimle ilgili hayalinin parçasıydı hukuk eğitimi almam. Çocukluğumdan bu yana hatırlıyorum, şunları söylediğini, ‘Benim kızım büyüdüğünde memleketi için iyi şeyler yapmak isteyen, insanların sorunlarına, acılarına ilgi duyan bir birey olsun, öyle yetişsin’. Bu nedenle okumamız için elinden gelen bütün çabayı harcadı. Model olarak da kafasında hep Uğur Mumcu vardı. Onun gibi hem hukukçu olan hem gazeteye yazan hem güzel konuşan bir figür… O zamanın Türkiyesi’nde Cumhuriyet gazetesi okuyan, duyarlı biriydi babam. Bir de Behice Boran var. O da babam için önemli bir figürdü. Çocukluğumdan hatırladığım isimler bunlar. Babamın önemsediği ve çocuklarına birer rol model olarak önerdiği isimler.”

İlk izlenim, ilk hayal kırıklığı…

Kahramanmaraşlı bir ailenin Gaziantep’te büyüyen kızlarının yolu üniversitede Ankara’ya düşecektir. Tercihlerinin tamamı hukuk fakülteleridir! Ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi ilk sıradadır. Orayı da kazanır. Fakat ilk izlenimler ailesinde ve kendisinde o güne kadar oluşan beklentiyi karşılamaktan uzaktır, “Ankara kasvetli ve sıkıcıydı, Cebeci semtinin atmosferi, hukuk fakültesinin havası… Siyasal Bilgiler Fakültesi ile karşılaştırıldığında… Belki hukuk daha prestijliydi ama siyasalda bir hayat var gibiydi. Biz o hayatın dışında hissediyorduk kendimizi. Aslında daha kayıt sırasında ben hukuk fakültesinin taştan, kahverengi, Alman mimarisini andıran binasını gördüğümde, ‘Aman Allahım! ’ demiştim. ‘Bu kasvette benim hayallerim yeşermeyecek, burası yanlış yer’ duygusuna kapılmıştım. Üstelik koca koca kitaplarla boğuşuyorduk. Ben ilk sene yurtta kalıyordum, çalışma salonlarında sadece tıp ve hukuk öğrencileri kamburları çıkmış halde ders çalışıyordu. Çok hüzünlü gelirdi bana o görüntü. Bir tür çile doldurmak gibi. O bakımdan adının büyüklüğüne rağmen içine girildiğinde, hiç de dışarıdan görüldüğü gibi parıltılı, iddialı ve mutlu eden bir ortam olmadığını görüyordunuz. Sınıfların çok kalabalık olması, öğrenci sayısının fazlalığı, sağlıklı bir eğitime olanak vermiyordu aslında. Hocalarla birebir ilişki mümkün olmuyordu.”

Öylesine isteyerek ve hevesle gelinen hukuk fakültesi bir hayal kırıklığına dönüşmek üzeredir! Matur gün geçtikçe gelişen bir başka hevesine doğru meyletmektedir: Yazmak! Ancak istisnaları da vardır bu durumun, “İdare hukukunu, ceza hukukunu ve deniz hukukunu daha yakın hissettim kendime. Meslekte kalsaydım herhalde bu alanlardan biri üzerinde çalışırdım. Bireyle devletin, otoritenin, ilişkisinde, bireyden yana tavır alan bir avukat olmayı tercih edeceğim için idare hukukunu seçerdim. Vicdani açıdan tatmin edici bir içeriği vardı çünkü. Ceza hukukunda da benzer bir durum var aslında, suçun işleniş biçimi, insanın oradaki konumu… Ceza yasası da anlamakta zorlanmadığım bir yasaydı. Diğerlerini anlamıyordum. Eşya hukuku mesela! Hiç anlamıyordum. ‘Şey’ kavramını sayfalarca öğreniyorsunuz. ‘Şey’den başlayarak onlarca sayfada eşyayı anlatıyor. Sonradan bir çerçeve veriyor belki ama yasaların uygulanışı açısından bana en somut ve anlaşılır gibi gelen alan, ceza hukukuydu. Bunda rahmetli Eralp Özgen hocamızın da çok etkisi vardır. Şahane bir hocaydı. O dersi çok severek ve kolaylıkla geçtim.”
Deniz hukukuna gelince… “Uluslararası macera” boyutu ilgisini çekiyordu hukuk öğrencisi Bejan’ın. Boğazlar, gemiler, kaptanlar, yükler, bandroller, suç, suçun alanı… “Bir de coğrafyayı ilgilendiren bir alan olması önemliydi. Çünkü coğrafya benim çocuklukta da ilgimi çeken bir alan, hâlâ da öyle. Kıtaları, denizleri dahil ettiği, uluslararası boyutu olduğu için ilginç buluyordum. Ama Türkiye’de çok dar bir alan olduğunu da biliyordum. Uğur Alacakaptan gibi isim yapmış birkaç avukat var. Onlardan biri olmaya çalışmak zor olurdu zaten. Bir de borçlar hukukundan, eşya hukukuna, asla hatırlamak istemediğim pek çok ders var!”

Babaya bir hediye…

Hukuk eğitimi ve başka bir hayat arasında böyle kalakalınca, ikinci sınıfta kesin kararını verir Bejan Matur: Fransa’ya Sorbonne Üniversitesi’ne gidecek, tarih ya da felsefe okuyacaktır. Kararını babasına açıklamaya kalmıştır iş ya da asıl iş odur belki de! “Babamla okulu ve hissettiklerimi konuştum, isteğimi söyledim ama hayatımda ilk defa babamın o kadar sert ve net konuştuğunu gördüm. Dosdoğru söyledi son sözünü, ‘Diplomanı almadan gidersen seni evlatlıktan reddederim, okulunu bitir, diplomanı al. Mesleğini yapmayabilirsin ama diplomanı mutlaka al’ dedi.” Bunun üzerine istemeden de olsa devam edilen, uzatılan hukuk fakültesi 1994’te bitirilir. Matur diplomayı alır ve babasına hediye eder, “Al, ben sözümde durdum ama bu mesleği de yapmayacağım” diyerek.

Zaten uzunca bir zamandır şiirin peşine düşmüştür. Okul süresinde de aklı, gözü hep edebiyatta olmuştur. Bugün dönüp baktığında yine kendisi için, bütün ilgileri için hukuk eğitimi almasının da nasıl etkili olduğunu daha iyi gördüğünü söylüyor Bejan Matur, “Hukuk eğitiminin farklı bir etkisi var. Okurken değil de, o eğitimin temel bir muhakeme kazandırdığını çok sonra fark ediyor insan. Sadece derslere girip çıkmak bile, bunu çok severek yapmasanız da, bir iz bırakıyor. Ben hukuk eğitiminin yanı sıra sürekli edebiyata yönelen biri oldum. Okul hayatımda sadece edebiyat okumaları yaptım. Hukuku biraz gazete okur gibi zorunluluktan okudum. Fakat bugün dönüp baktığım zaman, çok yanlış yapmamışım diyorum hukuk eğitimi alarak. Sosyal bilimler alanında eğitim alsaydım belki kendim çabalamak zorunda olmayacaktım, okul aracılığıyla pek çok bilgiye ulaşacaktım ama hukuk eğitimiyle kazandığım muhakeme yeteneğini de başka herhangi bir disiplinden edinemezdim. Dünya edebiyatında, dünya tarihinde iz bırakmış isim yapmış pek çok yazar ya da başka alanlarda öne çıkan insanlar arasında da aynı durumda olanlar var. Kafka en bilinenlerden… Hukuk eğitimi o kadar ağır ki, tekke gibi. O kasvetin, bilginin içinde öyle pişiyorsunuz ki, doğallıkla bir muhakeme kazanıyorsunuz. Ve her şeyin, sistematiğini, işleyiş biçimini daha kolay kavrıyorsunuz. Farkında olmadan oluyor bu.”

Hukukun kattıkları

Böyle bir etkiyi yaratan hukuk insanları peki? Matur’un aklına yine hocası geliyor “Eralp Özgen bir derste, idam cezasıyla ilgili fikrimizi sordu. ‘Kimler onaylıyor, kimler karşı çıkıyor’ diyerek. Önce hemen herkes onaylıyordu. Eller öyle kalktı. Sonra slaytla küçük bir fotoğraf serisi gösterdi. Bir idamın görüntüleriydi bunlar. ‘Şimdi kim savunuyor?’ diye sordu. Kimse el kaldırmadı! Orada bize, ‘Soyutlayamıyorsunuz çocuklar’ demişti. Bu olay aklımda kalmıştır mesela. Çünkü soyutlamanın hukukta, felsefede ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Eralp hocadan başka unutmadıklarım, ‘ Yıldırım Uler, Anayasacı Oya Araslı, Felsefe hocamız Adnan Bey… Ayrıca ‘sıfırcı Mualla’ derdik, Mualla Öncel vardı, vergi hukuku hocası. Roma Hukuku’nda Özcan Karadeniz vardı. Roma Hukuku da ilginçtir. Taşradan geliyorsunuz ilk sene, Roma kültürü ve oradan üretilmiş hukuk üzerine sayfalarca şey öğrenmek zorunda kalıyorsunuz! Çok da absürt bir yandan… Ama sonrasında bütün o kuralların, Latince cümlelerin hayatınızda bir biçimde yer ettiğini fark ediyorsunuz. Önemliydi bu. Kamu Hukuku hocamız Yahya Zabunoğlu’nu da unutmuyorum, önemli bir yöntemi vardı her şeyden önce. O kadar saygı duyuyorum ki… Çünkü sınavda kitapları serbest bırakıyordu. Kopyayı, ezberciliği engellemek amacıyla sizi çok önemsediğini hissettiren bir yöntemle ders işleyip sınav yapıyordu. Bu yaratıcılığı da teşvik eden bir yöntem aslında… Mutlaka iz bırakmıştır çoğumuzda.”

Sadece bu kadar değildir hukuk eğitiminin kattıkları elbette. Aslında fakülte öncesinden beri “yazan” Bejan Matur’un dili de etkilenir hukuktan, “Lise sıralarında denemeler, şiirler yazıyordum ve çok daha sade bir Türkçe kullanıyordum. Hukuk eğitiminden sonra Türkçe’min değiştiğini, yoğunlaştığını, bir dolayım kazandığını, bazı Arapça kavramların ya da Farsça kavramların, özellikle konuşmamda yerleştiğini fark ediyorum bugün.

Bejan Matur

“Sistemde insana yer yok!”

Tamam, hukuktan alacağını alıp başka bir denize yelken açmıştı Bejan Matur. Ve bugün politikayı da, topluma ilişkin söyleyeceklerini de, edebiyatı da okurlarıyla paylaşıyor şair ve yazar olarak. Ancak biz yine de bir hukukçu gözüyle cevap vermesini isteyerek soruyoruz; acaba ülkemizde hukukun temel problemi nedir ona göre?

“O kadar çok şey var ki… Hukuku dosyalardan, mahkeme salonlarından kurtarmamız gerektiğine inanıyorum. Mesela buradan çıkıp gideceğim toplantı bir arkadaşımla ilgili, Doğan Akhanlı… Almanya’da 16 sene önce tanıdığım bir yazar. Üç ay kadar önce gelmişti Türkiye’ye. Yıllar sonra dönüyordu ve işlemediği bir cinayetten dolayı 3 aydır hâlâ cezaevinde. Bu sürede ilk mahkemeye bile çıkamadı. Onun masum olduğuna ilişkin şahitliğimizin tabii ki hiçbir anlamı yok hukuken. Ama kendisini anlatabileceği araçlardan da mahrum… Bırakın duruşmayı, gözaltına alınma sürecinden ilk duruşmaya kadar geçen sürede insani hiçbir kod yok. Sanki karşınızda tamamen mekanik bir düzen var. Orada hiç vicdan yok, hümanizm yok. Yasalar, kurallar neyse onunla sınırlı olan bir sistem. Bunların çok daha pratik ve insani bir hale gelmesi için o sistemin insanileşmesi gerekiyor. Türkiye’de buna çok ihtiyaç var. Hukuk, rejimin bekçiliğine soyunmaktan insanı unutmuş. Şimdi yavaş yavaş değişiyor. Umarım yeniden yapılanırken bir adalet, hakkaniyet gözetilir. Tepede Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu, ‘konsülü!’ öyle diyorum onlara, bütün hakikati bildiklerini iddia eden bir kibirle yıllarca rejimin bekçiliğini yaptılar. Kibirden, aşağıda olup biteni göremediler belki de. Yani orada insanın suçlu ya da savunan olması fark etmiyor, avukat da aynı olumsuzlukların içinde.”

Keşke, “Durun!” denebilse

Matur bu değişim isteğini anlatmak için ilginç de bir örnek veriyor… Yeşilçam’ın unutulmaz bir klişesi: Hakim tam yanlış bir karar vermek üzereyken duruşma salonuna biri girer ve bağırır: DURUN! Adaletin yerini bulması için gerekli bir çığlıktır o ve belki de Matur’u hukuktan uzağa götüren de o çığlığın aslında atılamaz oluşudur… “Hocalarımızdan biri, ‘Arkadaşlar, Türk filmlerindeki , ‘durun’ lafını unutun’ demişti. ‘Böyle bir şey yok!’ Bu müdahalenin olmayışı büyük bir hayal kırıklığıydı benim için! Avukatın, savunma makamının, mahkeme salonunda bu kadar pasif olmasını, sadece bir dosya ile sınırlı olmasını, hiyerarşik açıdan da çok aşağıda olmasını ben büyük bir hayal kırıklığı olarak yaşadım. O yüzden avukatlık yapmadım belki de. Hakim ya da savcı olmayı zaten hiç istemedim. Sanki hakim ya da savcı olursam otoritenin yanında duracağım gibi hissediyordum. Bunu istemiyordum. ‘Ben avukat olmalıyım’ diyordum ama avukat olacaksam da o yüksek kürsülerin önünde sesini duyuramayan, derdini, sözünü toklukla, iddiayla söyleyemeyen biri olmayı tercih etmezdim. Aslında bütün bürokrasiler böyledir. Kafka, Şato’da, Dava’da bunu anlatır. Ama bizimkinde yıllara dayanan, üstelik otoriter bir yapı var, bunun insanileşmesi gerek.”

30 yıl önce eğitim için çıktığı yolda, önü asker tarafından kesilip eve geri gönderilen küçük kız çocuğunun yaptığını yapmaya devam ediyor Bejan Matur bugün hâlâ: Aşılması gereken her yolu aşmak! Sonra yeni yolları bulup onları da aşmak… “Ben, 12 Eylül 2010 referandumunda, ‘Yetmez ama evet’ diyen arkadaşlara, ‘Düpedüz evet’ diyordum. Önce evet, sonrasına bakacağız… Mücadelenizi vereceksiniz, fikrinizi söyleyeceksiniz… Ama referandumdan evet çıkmasını çok önemsedim. Çünkü bu ülke için önemli bir virajdı. Onun alınmış olmasını olumlu buluyorum. Hatta hayatımın hiçbir gününde 12 Eylül 2010 günü sevindiğim kadar sevinmedim. ‘Tamam demokrasi adına zorlu viraj alındı. Buradan sonra araba devrilmez! Belki parçaları yenilenir. Belki yepyeni bir araba edinilir ama artık yolumuza devam edeceğiz. Uzun bir yol var önümüzde diye düşündüm’ ve hâlâ öyle düşünüyorum. Bazı adımlar atılıyor tabii, HSYK’nın yapısının değişmesi için. Ama yeterli değil. Oradaki kadrolaşma, kutuplaşma, bir şeyi değiştirirken yerine kendi iktidarını kurmamalı. Bu, her demokraside sorundur. Ama buna dair eleştiriyi, otoriter olmayan bir zeminde her zaman yapmalıyız. Otorite mantığının parçalanması önemli.”

Bu içerik daha önce İdeal Hukuk dergisinin 5. sayısında yayımlanmıştır.