İnsan Haklarına İnsani Temelde İslami Yaklaşım Stratejileri*

Prof. Dr. Ejder OKUMUŞ / Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Öğretim Üyesi

Özet
Kur’an’a ve İslam’ın tarihsel birikimine bakıldığında, Müslümanlara, yaşadıkları toplumda Müslüman kimlikleriyle yaşamada çeşitli stratejilerin gösterildiği anlaşılabilir. Kelimenin tam anlamıyla insan haklarına insanî temelde bir yaklaşımı esas alan İslam, toplumun, verili toplumsal gerçekliği dikkate alarak dönüştürülmesini ister. Örneğin Kur’an’da Mü’mine, hangi kimlik sahibi insan olursa olsun bir insanla veya insanlarla karşılaştığında, “selam” demesi salık verilir. Bu sosyal ilişkilerde temel bir stratejidir. Ayrıca cezalandırmaların hukuk çerçevesinde yapılması son derece önemli ve hayati bir ilkedir. Her birey veya grup kendi kararıyla hüküm verip infazda bulunamaz. Bir başka önemli nokta, toplumda Müslümanların farklı din mensuplarının durumunu dikkate alma zorunluluklarıdır. Müslümanlar, hâkim oldukları toplumlarda farklı inanç mensuplarıyla insan haklarını esas alarak bir arada yaşamak ve dolayısıyla bunun için de düzenlemeler yapmak zorundadırlar. Bu konuşmada İslam’ın insan haklarına insanî temelde nasıl baktığı anlaşılmaya çalışılacaktır.
Anahtar kelimeler: İnsan hakları, insanî temel, İslam, strateji.

Abstract
Considering the historical accumulation of the Qur’an and Islam, it can be understood that some strategies regarding living in the society with their Islamic identities have been shown to Muslims. Islam, which literally approaches human rights with a humanitarian approach, wants the society to be converted based on the ascribed social reality. For instance, in Qur’an, it is commended to a believer to salute people regardless of their identity. This is a basic strategy in social relationships. In addition, punishment within the framework of the law is extremely important and it is a vital principle. Individuals and groups cannot adjudge based on their decisions and execute. Another important point is that the Muslims are required to take the status of people from other religions into account. Muslims have to live together with the members of other faiths in the lands they dominate on the basis of human rights, therefore have to make necessary arrangements. In this talk, we will try to understand how Islam looks at human rights on the humanitarian grounds.

Key Words: Human rights, humanitarian grounds, Islam, strategy

Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklarda, çirkinlik ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz (Nahl 16/90).

O Rahman’ kulları, yeryüzünde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman “Selam” derler (Furkan 25/63).

Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir (Nahl 16/125).

Mü’minler, ancak/sırf kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz (Hucurat 49/10).

Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun ki elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır (Maide 5/32).

Giriş

İnsan hakları olgusu, günümüzde toplumların sivil toplum kuruluşlarının, devletlerin, uluslararası sözleşmelerin, uluslararası organizasyonların, dinlerin, dinî grup ve organizasyonların belki de en önemli ilgi alanı ve de sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Küreselleşme süreci ve postmodernizmle yeni boyutlar kazanan insan hakları, küresel şirket, güç, aktör ve iktidarların en büyük imtihanı olarak da değerlendirilebilir. İnsan hakları konusu, ayrıca medeniyetlerle ve medeniyetler çerçevesinde ele alınan, tartışılan veya gündeme gelen birçok hususla da yakından ilintili bir olgudur. Gerek toplumsal hayatta, gerekse uluslararası ilişkilerde etkili olma özelliğiyle öne çıkan dinlerin, dinsel hareketlerin, dinî grup veya cemaatlerin de karşılaştığı, sorunlar yaşadığı, meşruiyet problemleriyle yüz yüze kaldığı bir konudur. Bu bağlamda insan hakları, Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi dinlerin en ciddi konularından biridir. Bu çalışmada İslam’ın kaynaklarından bugün insan haklarına ilişkin ne tür stratejiler çıkarılabileceği üzerinde durulmaktadır.

Kur’an’a ve İslam’ın tarihsel birikimine bakıldığında, Müslümanlara, yaşadıkları toplumda Müslüman kimlikleriyle yaşamada çeşitli stratejilerin gösterildiği anlaşılabilir. Kelimenin tam anlamıyla insan haklarına insanî temelde bir yaklaşımı esas alan İslam, toplumun, verili toplumsal gerçekliği dikkate alarak dönüştürülmesini ister. Örneğin Kur’an’da Mü’mine, hangi kimlik sahibi insan olursa olsun bir insanla veya insanlarla karşılaştığında, “selam” demesi salık verilir. Bu sosyal ilişkilerde temel bir stratejidir. Ayrıca cezalandırmaların hukuk çerçevesinde yapılması son derece önemli ve hayati bir ilkedir. Her birey veya grup kendi kararıyla hüküm verip infazda bulunamaz. Bir başka önemli nokta, toplumda Müslümanların farklı din mensuplarının durumunu dikkate alma zorunluluklarıdır. Müslümanlar, hâkim oldukları toplumlarda farklı inanç mensuplarıyla insan haklarını esas alarak bir arada yaşamak ve dolayısıyla bunun için de düzenlemeler yapmak zorundadırlar. Bu konuşmada İslam’ın insan haklarına insanî temelde nasıl baktığı anlaşılmaya çalışılmaktadır.

İslam’da İnsan Haklarının Önemi

İslam insan haklarına nasıl baktığı konusu, Müslümanlar ve insanlık açısından oldukça hayati bir konudur. Hukuk sosyolojisi perspektifiyle Kur’an’ın, Sünnet’in, fıkıh ilminin veya İslam hukukunun konuya yaklaşımına bakılırsa, İslam’da insan haklarına çok önem verildiği anlaşılır.

İslam’da Hukûk’ul-âdemiyyin, hukûk’un-nâs, ismet, hurmet, men’, el-ûsulu’l-hamse, külliyyât, zarûriyyat, kerâmet gibi kavramlarla doğrudan bağlantılı olan insan hakları, insanın varoluşsal boyutunu ifade eder.

Belirtmek gerekir ki, İslam, bir insan hakları medeniyetidir. İslam medeniyetinde insan hakları birincil konudur.

İslam’da insan haklarının önemini kavramak ve genel olarak insanî temelde insan haklarına yaklaşımını ortaya koyabilmek ve anlayabilmek için küresel durum problemini ve İslam’ın barış yaklaşımını irdelemek gerekmektedir:

Küresel Durum Problemi, Evrensel Barış ve İslam

Son çözümlemede dünyada pek çok toplumun, hatta küresel güçlerin dahi bir “küresel durum sorun”uyla karşı karşıya olduklarından bahsedilebilir. Belki de “uygun görülmeyen” yerellikleri tanımayışıyla doğrudan ilgili bir problem olarak bu küresel durum sorununun, en önemli boyutu veya sonucu, eşitsizlik, şiddet ve terördür. Küreselleşmeyi şiddet ve terörden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Ayrıca ve en önemlisi, dinlerin, kendi mensupları kanalıyla şu veya bu şekilde böyle bir sorunun içine dahil edildiği ve de küreselleşme, şiddet ve terörün içindeki aktörlerin evrensel dinlerle ilişkili oldukları gerçeği, küreselleşmeyi din boyutuyla da gündeme getirmektedir. Esasen tam da bundan dolayı evrensel dinlerin etkili bir biçimde ve küresel durumdan da etkilenerek dünyada varlık sahnesinde canlı bir biçimde yerlerini almakta olduklarını söyleyebiliriz. Modern zamanlarda moderniteyle ilişkili olarak sekülerleşme olgusu toplum üzerinde etkin bir varlık göstermişse de, özellikle bu yüzyılın ortalarından itibaren bütün dünyada dinin canlandığı, dindarlık eğilimlerinde büyük artışlar olduğu gözlenmeye başlamıştır (Luckmann, 1971: 62; Barbier, 1999: 11 vd.). Dinin yeniden dönüşü, kutsalın dönüşü, Tanrı’nın intikamı, dinin denetim gücünün artması gibi adlandırmalara konu olacak bir ihya sürecinde din, kendini yeni bir biçimde ortaya koymaktadır. Gerçekte küresel durumda dinlerin şiddet ve teröre bulaştırılmasında da bu canlanmanın getirdiği karmaşık süreçler rol oynamaktadır. Bu çerçevede “küresel durum problemi”nin en ciddi sorunu olan şiddet ve terör karşısında evrensel bir barış dini olarak İslam’ın durumu ve barışçı yaklaşımı, hem de belirli merkezlerce İslam’ın terörle yan yana zikredildiği bir dönemde, önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır (Okumuş 2008).

Müslümanların Ortadoğu’da ve dünyanın bazı yerlerinde şiddetle iç içe görüntülerini “fotoğraflayanlar”, onların objektiflerin karşısına geçmelerini sağlayanlardır. Burada iki husus önemlidir: Birincisi, Müslümanların bugün belli yerlerde icra ettikleri eylemleri terör olarak kabul etsek dahi -tabii ki terör terördür, şiddet şiddettir, azı da çoğu da reddedilmelidir-, bunun, medya ve internet gücüyle dünyaya abartılarak ve sanki bütün Müslümanlar terör yapabilecek potansiyel ve de amaca sahiplermiş gibi kötü propaganda edilmesiyle yakın ilişkisi vardır. İkinci husus, söz konusu eylemlerin ne gibi ölçütlerle terör olarak adlandırıldığına da dikkat etmek gerekir. Ölçütlerin oldukça göreceli olduğu aşikardır. Batı kendini esas alarak kendi çıkarları temelinde terör tanımı yaparak, en azından uygulamada böyle yaparak Müslümanların yaptığı her türlü savunma eylemini dahi şiddet ve terörle damgalarsa, evrensel ahlakî temelde bir terör karşıtlığına ulaşmak mümkün olabilir mi? Her halükarda Müslümanların bugün var olan fotoğraftan ders almaları gerektiği de bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Müslümanlar, İslam’ın ve kendilerinin öyle olmadığını tüm dünyaya göstermek durumundadırlar. Bu fotoğrafın neresinden bakılırsa bakılsın yanlış bir fotoğraf olduğunu, tarihsel misyonları gereği tüm dünyaya pratikleriyle, gönüllere hitap ederek göstermeleri mümkündür. Batı’nın da, -günümüzün en büyük sorununu kendi dünyasıyla İslam ülkeleri arasındaki gerginliğin oluşturduğunu ve maddi olarak kendisinin güçlü taraf olduğunu hiç unutmaksızın- barışın gerçekleşmesi ve Müslümanların barışçı olduklarını göstermesine engel çıkarmaması, kendi insanlarına layık gördükleri muameleye Müslümanların da layık olduğunu kabul etmesi, dahası empati yaparak Müslümanları anlamaya çalışması büyük önem arz etmektedir (Okumuş 2008).

Dünya çapında çok büyük bir değişimi ifade eden küreselleşme, çağımızın başat karakteristiği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda küreselleşme, istikrardan ziyade karmaşıklığı, hareketliliği, düzensizliği, istikrarsızlığı besleyen bir süreçtir. Bauman’a göre (Bauman, 1999: 81) adına küreselleşme denen süreç veya fenomen, ayrıcalıkların ve mahrumiyetlerin, servetin ve yoksulluğun, kaynakların ve acizliğin, gücün ve zaafın, özgürlük ve kısıtlamanın yeniden dağıtımında yankılanır. Bugün tanık olunan şey, dünya çapında bir yeniden tabakalaşma ve yeniden bir hiyerarşik yapılanmadır. Bu görüş, bugün bir on veya onbeş yıl öncesine göre daha da doğrudur (Okumuş 2008).

Piyasaların ve enformasyonun küreselleşmesinin hız verdiği ve bir zorunluluk olarak getirdiği “sözde” egemenlikler, toprak bölünmeleri ve kimlikler arası ayrımlar, eşit partnerler arasındaki çeşitliliği yansıtmamaktadır. Bazılarının özgür seçimi ötekilerin kaderi olmaktadır. Bu ötekiler, sayısal yönden sürekli olarak arttığı ve umutsuzluk içinde boğulduğu için, bir tür küyerelleşmeden (glocalization) bahsetmek yerinde olacaktır. O halde globalleşme denilen süreç, lokalleşme denilen süreci de beraberinde getirmektedir. Küyerelleşme (glokalleşme), Ronald Robertson’un küreselleşme ve yerelleşme yönündeki baskılar arasında var olan kopmaz birliği açığa vuran bir ifadelendirmesidir (Bauman, 1999: 81-82). Robertson, küreselleşmenin yerelleşme ile birlikte bulunması durumunu küreselin yerelleşmesi ve yerelin küreselleşmesi süreçlerinin sonucunda ortaya çıkan küyerel bir durum (glocal) olarak nitelemektedir (Robertson, 1996: 118-121). Küresel-yerel etkileşiminin, modernite içinde ayrıcalıklı bir epistemik ve normatif konumda olan ulusal düzeyi ve bununla ilişkili olarak ulusal toplum, ulus devlet, yerel egemenlik, yerel kimlik, yerel ekonomi gibi kavramları belli bir meşrûiyet kriziyle karşı karşıya getirmesi önemlidir. Bu bağlamda küreselleşme, küyerellikle birlikte toplumsal ilişkilerin milli zaman ve mekan içinde kurulmuşluğunun, yani modernlik projesinin krizi ve aynı zamanda bu krizi aşacak mekanizmaların ne olacağı üzerinde hem yerel hem de küresel ilişkilerde bir uzlaşmanın olmaması gibi bir muğlaklık durumunu simgelemektedir (Keyman-Sarıbay, 1998: 9-10). Esasen küreselleşme sürecinin bir sonucu olarak dünya, bir yandan homojenizasyon ve hegemonizasyona girer, (Mazrui, 1998); homojenleşir ve hegemonyalaşırken, bir yandan da heterojenizasyona maruz kalmaktadır; küreselleşme, heterojenleşmeye yol açarak sosyal, kültürel vs. farklılıklar meydana getirebilmek için yeni bir takım şartlar oluşturmaktadır (Peyer, 2002). Bu noktada aslında dikkat çekilmesi gereken önemli bir husus da, yerel olanın, yerelliğin bazen küreselleşmesi ve küresel çapta etkili olmasıdır. Burada herhangi bir ülkenin bir yerinde meydana gelen bir gelişme veya olayın bütün bir dünyayı etkileyebildiği söylenebilir. Nitekim terörün küreselleşmesi denilen hadise de bu olsa gerektir. Bu terörü bir devletin yapmasıyla bir grubun veya bireyin yapması arasında bu noktada fark yoktur (Okumuş 2008).

Küresellerin kültürel melezleşmesi yaratıcı, özgürleştirici bir deneyim olabilir; ama küreselleşmeye ayak uyduramayan yahut küreselleşmenin ayak uyduramadığı yereller için bunun anlamı kültürel güçsüzleşme, dünyadan kopma, medeniyetlerden uzaklaşma olabilmektedir. Zaman-mekan kenetlenmesi getiren, insanların zaman ve mekan algılarını değiştiren küreselleşme sürecinde, küresellik ve yerellik, karşıt değerler, aynı şekilde en önemli değerler, en sıcak kucaklanan ya da itilen ve hayat düşlerinin, kâbuslarının ve mücadelelerinin tam ortasına yerleştirilen değerler olma özelliği kazanabilmektedir (Bauman, 1999: 114, 136). Küreselleşme olgusuyla birlikte bazıları eksiksiz ve gerçek anlamda küresel hale gelirken, bazıları yerelliklerine saplanıp kalabilmektedir. Bauman’ın dediği gibi sahneyi düzenleyenin de hayat oyununun kurallarını koyanın da küreseller olduğu bir dünyada problemi küreselleşmeyi isteyip istememek olarak formüle etmek de pek mümkün görünmemektedir. Küreselleşmiş bir dünyada yerel sınırlara hapsolmak, küreselleşmeye rağmen yerel kalacağım demek, küreselleşmenin olumsuz etkilerini ortadan kaldırmamakta, tersine ona hizmet edebilmekte, onun olumsuzluklarını besleyebilmektedir. Bu anlamda küreselleşmiş bir dünyada yerel kalmak toplumsal sefaletin ve geriliğin bir göstergesi olmaktadır. Yerel varoluşun getirdiği sıkıntılar yetmezmiş gibi, kamusal mekanlar yerelleşmiş hayatın menzili dışına çıkabilmekte, yerel birimler anlam yaratma ya da anlam müzakere etme kapasitelerini yitirebilmekte ve giderek daha fazla bir biçimde kendi denetimleri dışındaki anlamlandırma ve yorumlama eylemlerine bağımlı hale gelebilmektedir. Önemli bir endişe kaynağı, giderek daha çok küresel ve yurtsuz bir hale gelen elit kesimle geride kalan yerelleşmiş kesim arasındaki tedrici iletişim kopukluğudur (Bauman, 1999: 8-9; Okumuş 2008).

Kapitalist dünya ekonomisi, ulus-devlet sistemi, askeri dünya düzeni ve uluslararası işbölümü (Giddens, 1994: 67-73; Malcolm, 1996) gibi boyutlarda etkin bir varlık gösteren küreselleşme, sonuçları zikredildiğinde belki daha iyi anlaşılabilir: (1) Dünya çapında ekonomik eşitsizliklerin trajik artışı (Bauman, 1999: 82); (2) Ulusal devletlerin güçsüzleşmesi ve yerelleşmenin mahkum edilişine giden yolun açılması (Bkz. ve krş. Ahmad, 2001). (3) Zamansal ve mekansal mesafelerin teknolojik iptali, başka bir ifadeyle bütün bir dünyanın tek mekân haline gelişi (Robertson, 1987: 38; Altun, 2000-2001: 89), insanlık durumunu kutuplaştırma eğilimi. (4) Küreselleşme birleştirdiği oranda veya birleştirirken bölebilmektedir de. (5) Küreselleşme ile, bazıları gerçekten küresel hale gelirken, bazıları da yerelliklerine hapsolup kalmaktadır (Bauman, 1999: 8-9). (6) Dünyanın büyük bir hapishaneye çevrilmesi. (7) Küreselleşmenin dünya toplumlarını etkileyen, yönlendiren, yerellikleri dönüşüme uğratan sonuçlarının gerçekleşmesinde dominant güç Batı’dır. Batı, küreselleşmeyle değerlerini, anlayış ve zihniyetini, medeniyet unsurlarını, kültür unsurlarını diğer toplumlara veya medeniyet mensuplarına tahmil edercesine taşımakta, bütün dünyaya adeta Batı damgası vurmaktadır. (8) John Tomlinson’un iddia ettiği gibi küreselleşmeyi tamamen emperyalizmin yerine geçen (Tomlinson, 1999: 253 vd.) bir fenomen olarak kabul etmek mümkün görünmese de küreselleşmede emperyalist boyutların varlığından bahsedilebilir. (9) Küreselleşmenin en ciddi sonuç veya boyutlarından birini de şiddet ve terör meydana getirmektedir (Okumuş 2008).

Gerçekten de şiddet ve terör, günümüzde küreselleşmenin en önemli ve tehlikeli sonucu haline gelmiştir. 9/11 olayları da küreselleşmeden bağımsız değerlendirilemez. Amerika’nın kendi içinden gelen bir eylem biçimi olarak bu olaylar, Amerika’nın küreselleşme sürecinden etkilenmesinin ve bu etkilenime bağlı olarak onun rotasında ayarlama yapma arzusunun bir sonucudur. Bu olaylarla birlikte globalleşme, şiddet yönünü “uluslararası terör” nitelemesiyle daha güçlü ve büyük güçler kanalıyla göstermeye başladı. Acaba bu olayların akabinde Bush’un “Teröristler Dünya Ticaret Merkezi”ne saldırdılar; biz onları dünya ticaretini genişleterek ve teşvik ederek yeneceğiz.” (Lang, 2006) sözüyle kastettiği bu muydu? (Okumuş 2008).

Küreselleşmenin bu ve benzeri sonuçları, bize küresel durumu vermektedir. Bu küresel durumu, söz konusu boyut ve sonuçları açısından problemler taşıdığı için küresel durum-“problemi” olarak adlandırmak uygun gözükmektedir. Böyle bir durumdan, “küresel” bir siyasal “düzen”den, küresel bir egemen kültürel sistemden, yukarıda bahsedilen küresel durum-problemini ortaya çıkaran bir küreselleşmeden, kürselleşme sendromundan ve dolayısıyla şiddetin, baskının ve terörün küreselleşmesinden söz edilen yerde evrensel barıştan söz edilebilir mi? Evrensel barıştan söz edilebilmesi “küresel düzen fikri”nden vazgeçilmesine bağlı görünmektedir. Evrensel barışın önündeki en büyük engel, bugün küreselleşmenin tek biçimli dünya düzenine kilitlenmesi olsa gerektir. Fakat küreselleşme, doğurduğu ve de sürekli dönüştürmeye çalışarak yeniden ürettiği küresel durum içinde barışa hizmet edecek boyutlara da sahiptir. Bilindiği gibi küreselleşmenin en önemli boyutu, dünya çapında etkili olan çok geniş bir etkileşim ağıdır. Bu etkileşim ağı, dinler için çok büyük bir alan açıyor, başka bir ifadeyle evrensel dinlerin yayılmacı özelliğine katkıda bulunuyor. Dinlerin evrenselliğine bağlı özelliklerine destek oluyor (Okumuş 2008).

Dünya dinlerinin evrenselliği, küreselleşme çerçevesinde en çok gündeme alınan ve tartışılan hususlardandır. Bilindiği gibi evrensel dinler, zaten bütün insanlığı, bütün bir dünyayı, dünya toplumlarının tamamını muhatap alan, tüm dünyaya hitap eden, bütün insanlığa mutluluk çağrısı yapan dinlerdir. Dolayısıyla küreselleşme, kelimenin evrensellik anlamında yeni bir şey değildir. Ancak tabii ki küreselleşme, evrensellik anlamının ötesinde başka anlamlar ve imalar da taşımaktadır. Başka bir ifadeyle dinlerin evrenselliğiyle modern küreselliğin evrensellik anlayışı aynı değildir; dünya dinlerinin tabir caizse evrensellik anlamında globallik iddiaları ile globalizmin globallik iddiası aynı anlam içeriklerine ve aynı fiilî duruma sahip değildir (Turner, 2002: 26, 129-130). Tarihsel olarak ikisinin benzeştiği, hatta örtüştüğü durumlar olsa bile, globalizmin insanlar için büyük olumsuz imalar taşıdığı bilinmektedir (Okumuş 2008).

Her hâlükârda küreselleşme, dünya dinlerinin evrensellik özelliklerinin daha bir güçlenmesinde etken olabilmektedir. Küreselleşmenin sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik vb. hemen hemen bütün boyutlarında dinler, var olabilmekte, varlık gösterebilmektedirler. Küreselleşmenin, sosyal hayatın çeşitli yönlerini içine alması ölçüsünde -uzmanlaşma ve kurumsallaşmayı ortadan kaldırmaksızın- dinlerin de hayatın çeşitli yönleri üzerinde etkili olacağı veya olabildiği söylenebilir. Küreselleşmenin etkileşim ağı, bizzat fiziksel karşılaşmaları ve dolayısıyla kültürel karşılaşmaları getiren göçmenlik olgusuna da yol açmaktadır. Göçmenlik olgusu, küreselleşme sürecinde dünyanın en çok ve en hızlı yaşadığı olaylardandır. Uluslararası göçlerle (Bkz. Mittelman, 2000: 58-73) insanlar çok farklı kültürlerin olduğu yerlere gidip yaşayabilmektedir, hem de gruplar halinde, büyük kitleler halinde. Bu da dinlerin evrenselliğine, ulusları aşan, ırkları aşan yaklaşımına hizmet eden bir durumdur. Ayrıca küreselleşmeye paralel veya tepkisel olarak yerelleşmenin kendini daha güçlü bir biçimde gösterdiği durum veya yerlerde dinî canlanmanın varlığından da söz edilebilir. Dinin, insanların sosyal kimliklerinin oluşumunda, hatta yerel ve millî kimliklerin oluşumunda etkili bir işleve sahip olduğu hesaba katıldığında, küreselleşmeye tepkisel durumlarda dahi dinin sahneye çıkabildiğinden bahsedilebilir. Bu bağlamda denilebilir ki bugün dünyada global bir dinsel canlanma vardır. Dinin dünya çapında canlanışı, sosyal ve siyasal hayatı önemli ölçülerde etkilemiş ve etkilemektedir. Bu etkileri, dünyanın hemen her tarafında, örneğin Güney Afrika’da, Müslümanların siyasetle ilişkilerinde, Hıristiyanların dünyanın çeşitli yerlerine yönelik dinsel faaliyetlerinde, Yahudilerin dünyayla ilişkilerinde vs. gözlemek mümkündür (Esposito-Watson, 2000: 17-37; Okumuş 2008).

Esasen küreselleşme bir değişimi ifade eder. Dinin değişimle ilişkileri karşılıklılık esasına dayalıdır. Din değişimi, değişim de dini etkiler ve değişim karşısında din çeşitli tavırlar geliştirir (Bkz. Okumuş, 2003). Bu gerçeklik, İslam için de aynen geçerlidir. İslam’ın bir değişim süreci olarak küreselleşme karşısında bir strateji geliştirdiği, küreselleşmeyle yüzleştiği, küresel durum içinde onu sorgulayarak “yer alma”ya çalıştığı söylenebilir. Müslüman grupların küreselleşme süreciyle ilişkilerine tümüyle olumsuz yaklaşmak, yani İslam’ın bu sürece karşı büsbütün reddedici bir tutum içinde olduğunu söylemek, Müslümanların küreselleşmeyle ilişkilerini doğru ifade etmemektedir. Kuşkusuz İslam, modern dünyanın politik, kültürel, sosyal vs. boyutlarına bir tür meydan okuma içindedir. Ancak bu meydan okuma, küreselliğe düşmanca bir yaklaşım, tümüyle reddedici ve tehdit edici bir hareket değildir (Esposito-Watson, 2000: 18). İslam’ın küreselleşmeye bu yaklaşımını farklı bir kavramsallaştırmayla ev-küyerellik olarak adlandırabiliriz. İslam’ın evrenselliği bağlamında böyle bir kavramsallaştırmada bulunarak İslam-küreselleşme ilişkisi ve İslam’ın küreselleşmeye bakışı daha iyi anlaşılabilir. Bu kavramlaştırmada, Robertson’un küyerellik (glocality=glokallik) olarak ifade ettiği süreç, “ev-küyerellik” (uni-glocality=ev-glokallik), küyerelleşme (glocalization=glokalleşme) dediği süreç de “ev-küyerelleşme” (uni-glocalization=ev-glokalleşme) olarak tespit edilmektedir. Evrensel (universal), küresel (küresel) ve yerel (local) sözcüklerinden türetilen ev-küyerellik ve ev-küyerelleşme, tam da yukarıda söylenildiği gibi sosyolojik anlamda, İslâm’ın evrensel (cihanşumül), yerel ve küresel bağlamlarını ifade edebilmektedir. Bu kavramla, küresellik ve küreselleşmenin olumsuzluklarına karşı yerellikle evrensellik öne çıkarılırken küreselliğin yadsınmamasına, küreselliğin olumlu boyutlarının kabul edilmesine ve küresel duruma katılmaya da göndermede bulunulmaktadır. İslam’ın ve Müslümanların durumu da, bu kavramın gerçekliği tasvir etmek için doğru bir kullanım olduğunu doğrulamaktadır (Okumuş 2008).

İslam’ın evrensellik özelliği, daha doğrusu ev-küyerel yaklaşımı, küreselleşmeyle karşılaşmasını, küresel duruma katılımını kolaylaştıran bir özelliktir. İslam, geçmişten gelen birikimiyle tüm dünyaya açılma, tüm dünyada yer alma kapasitesi olan bir dindir. Bu İslam’a küreselleşmeyle ilişkilerde avantajlar getirmektedir. Elbette İslamî anlamda evrensellik, küreselleşmeyle aynı anlam içeriğine sahip değildir. Örtüşen yönleri vardır, ama ikisi aynı şeyi ifade etmezler. İslam’ın küreselleşme bağlamında ele alınmasında etkili olan bir husus da, yukarıda işaret edilen, İslam’ın tüm dünyada canlanması (Aydın, 1997: 135-147; Okumuş, 2005) olgusudur. İslam’ın canlanması, küresel düzlemde onu hızlı ve etkin bir biçimde gündeme sokmuştur (Roy, 1994; Esposito-Watson, 2000: 20; Esposito, 2000: 119-130). Denilebilir ki İslam’ın global düzlemde canlanışı, aynı zamanda globalleşmeyle ortaya çıkan problemlere, globalleşmenin dayatmalarına bir cevap olarak anlaşılabilir (Okumuş 2008).

Küresel durum sorununun en önemli boyutlarından biri de, paradoksal olarak, farklı görüş ve yaklaşımların, özellikle de öteki görülenlerin mahkum edilmesidir, hem de demokrasi, eşitlik, insan hakları gibi sloganların kullanılması suretiyle. İslam’ın yaklaşımı, öteden beri farklı olanı mahkum etmeme yönünde olmuştur. İslam, gerek düşünce ve inanç, gerekse sosyal planda çoğulculuğu gerçekleştirebilecek donanımdadır (Aslan, 2002: 26). İslam, farklı yaklaşım ve farklı inanç ve dinleri benimsemede oldukça başarılı örnekler sergilemiştir. İslam’ın tarihsel pratiğine bakıldığında, gerçekten de çoğulcu yönünün açıkça kendini gösterdiği görülür. İslam’ın Hz. Muhammed zamanlarının Medine’sinde ve bir çok Müslüman devlette dinî özgürlüğün, dinî çoğulculuğun başarılı örneklerini bulabilmek mümkündür. Bu, en son Osmanlı millet sistemi örneğinde de görülebilir. Bilindiği üzere Osmanlı’da devlet, millet sistemiyle çeşitli din, ırk, kültür birlikleri üzerinde bir şemsiye teşkil etmiştir (İnalcık, 1998: 74-75). Elbette bu örneklerde çoğulculuk, globalleşmenin etkisiyle kendini gösteren “yeni dinî çoğulculuk”tan farklıdır, ama bu örnekler, İslam’ın tarihsel tecrübesinde dinî çoğulculuğun bir şekilde var olduğunu ortaya koymaktadır. Söz konusu çoğulculuk mantalitesi içinde Müslüman topraklarlarda Müslüman olmayanlara zulmedilmemiştir. En azından Hıristiyan Batı’daki kadar zulmedilmemiştir. Üstelik Müslüman devletlerle Hıristiyan devletler arasında gelişen gerilimlere rağmen bu böyle olmuştur (Davidson, 2003: 70-71). O halde denilebilir ki İslam’ın çoğulcu yönü, küreselleşmenin aşılmasında, küreselleşmenin olumsuz etkilerinin önlenmesinde önemli rol oynayacak anlam ve pratik içeriklerine sahiptir (Okumuş 2008).

Siyasal küreselleşmenin (Waters, 1996: 96-123) dünya siyasetini genişlettiği, siyasetin ulusal bağlamlarını zorladığı ve açtığı bir küresel durumda İslam, insanların bir yerde buluşmalarında, siyasal küresel durum tarafından kuşatılmamalarında çok önemli roller ifa eder. Zira İslam, insanlar arasındaki ilişkileri kolaylaştırır, insanların birbirleriyle diyalog kurmalarına vesile olur. Küresellikle ilgili tartışmaların önemli boyutlarından biri de yukarıda da işaret edildiği gibi, küresel ile yerel arasındaki kutupluluk meselesidir. Acaba küreselleşme ile, yerel olanlar, yerellikler ölmekte veya olumsuz mu etkilenmektedir yoksa küreselleşme, yerellikle, yerel olanla karşılıklı olumlu bir ilişkiye mi sahiptir? Robertson’a göre (2001) küreselleşme, yerelleşme ile iç içe bir süreçtir. Robertson bu durumu ifade etmek için yukarıda bahsedildiği gibi glokalleşme, yani küyerelleşme kavramsallaştırması yapmaktadır. Robertson’un belirttiği durumu, her toplumun, her kültürün başarılı bir biçimde yaşayabilmesi mümkün görünmemektedir. Nitekim bir çok toplumun küreselleşmeden olumsuz etkilendiği bilinmektedir. Gerekli tedbirler alınmadığında, küreselleşme, Batı ve Amerikan kültürünün etkinliği temelinde toplumların yerel, kendine özgü kültürlerini tehdit etmektedir. Toplum aktörleri, küreselleşme sürecinde kendilerini bir belirsizlik içinde bulmakta, tutunacak bağlantılardan yoksun hale gelmektedirler. İşte bu durumda İslamiyet’in önemli bir boyutu kendini göstermektedir. İslamiyet, küreselleşmenin yıkıcı, yereli tehdit edici veya olumsuz yönde etkileyici yönlerini ortadan kaldıracak donanım ve kabiliyete sahip olduğunu, dünya çapında ortaya koyduğu performansla göstermektedir. İslam, küreselleşme karşısında evrensel olan ile yerel olanın uzlaşmasında, diyalog temelinde buluşmasında rol oynayabilmektedir. Evrensellik özelliğiyle İslam, tabiatı gereği küresel olan ile yerel olanı, genel olan ile özel olanı kendi içlerinde barındırmaktadır. İslam’da lokal ile global, evrensel ile tekil, aralarında dinsel formların tereddüt ettikleri, gidip geldikleri zıt kutuplar değildirler. Lokal dinî biçimler, global konteksle bağlantılı olarak varlığını sürdürebilirken, global dinî formlar da lokal tezahürlerin ifadesi olabilmektedirler (Beyer, 2002). İslam bunu başarabilecek bir dindir (Okumuş 2008).

Tarihe bakıldığında İslam’ın lokali eritmediğini, yok etmediğini, hatta beslediğini görmek mümkündür. Müslümanlar, fethettikleri yerlerde yaşayan farklı din ve kültürden halkların diline, inancına, kültürüne dokunmamıştır. Bunun örnekleri, bütün bir İslam tarihinde görülebilir. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Zamanımıza da yakın olması bakımından anlamlı örnekler Osmanlı’dan getirilebilir. Bir barış devleti olarak Osmanlı Devleti, yönetimine kattığı toplumların inancını millet sistemiyle kendi toplumsal yapısının bir parçası haline getirmiştir. Onların dillerine de dokunmamıştır. “19. asırda bile Balkan Slavları Rumca, Bulgarca ve Sırbca dilekçe verirlerdi ve tabii Arabça ve şiirsel Fars dili de hiç bir zaman ihmal edilmemiştir. Türkçe’yi Arap harfleri kadar, Yunan harfleriyle, Ermeni harfleri ve Raşi dediğimiz İbranî harfleriyle yazan gruplar vardı. Gene bazı cemaatlerin Yunanca’yı ve Sırbça’yı Arab harfleriyle yazdığını biliyoruz. Devletin adı hanedanın adını (Osmanlı) taşırdı. 19. yüzyılda ise Osmanlılık sadece devlet adı değil aynı zamanda bir emperyal kimlikti. Londra elçisi Hellen asıllı Fenerli bey Kostaki Muz-surus Paşa bir Osmanlıydı. Maliye nazırı, Ermeni (Amira) sınıfından Artin Dadyan Paşa Osmanlıydı. Selanik mensubu Musevi Emanuel Karasso Efendi de Osmanlı idi. Arnavut, Arab, Kürt ve Türk asıllı Müslümanlar da öyleydi. Sultan II. Abdülhamid’e 1909 yılında (Nisan başı) tahtından indirildiğini tebliğ eden heyette bu unsurların hemen hepsi temsil ediliyordu. Bu kozmopolit heyetin hal’i tebliğ ettiği hükümdar aynı zamanda Müslümanların halifesiydi; ama heyetin yapısıyla ilgili keyfiyet işlemi değiştirmedi.” (Ortaylı, 2007). Bilimsel ve entellektüel alanda da Müslümanlar, Müslüman olmayanlarla çok iyi ilişkiler geliştirmişlerdir. Bilimsel ilişkilerde asla din ayrımı yapmamışlardır. Bunun en çarpıcı örneklerinden ikisini Harran Okulu ve Beytü’l-Hikme’de görebilmekteyiz. Örneğin Harran Okulu’nda Müslümanların putperest ve Hıristiyan bilginlerle birlikte bilimsel çalışmaların ve eğitim faaliyetlerinin içinde olduğunu müşahade edebilmekteyiz (Okumuş, 2006; Okumuş 2008).

Müslümanların güçsüz oldukları günümüze bakıldığında da hala aynı ruhu görebilmek mümkündür. Müslümanlar, ev-küyerelleşme süreci içinde dünyanın pek çok yerinde, Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşamaktadırlar. Dindar Müslümanlar, bu nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olmayan bu ülkelerde bir yandan kendi İslamî kimliklerini muhafaza edip yaşarken bir yandan da o ülkelerin bir parçası olabilmektedirler. Müslümanlar, yaşadıkları ülkelerde bazı kültürel sorunlar yaşasalar bile kısa zamanda bunu aşabilmekte, kendi değerlerini koruyarak o ülke toplumlarıyla bütünleşmeye çalışmaktadırlar. Bu, Müslümanların her toplumsal ve kültürel durumda o durumun şartları çerçevesinde kendi dinlerinin gereğini yerine getirme konusunda başarılı olduklarını göstermektedir. Bu, Müslümanların Müslüman kalarak da küreselleşebildiklerini göstermesi bakımından önemlidir (Okumuş 2008).

Globalleşme ve din bağlamında tartışılan konulardan biri, global din olarak karşımıza çıkmaktadır. Globalleşme sürecinde acaba bir global dinden bahsetmek mümkün müdür? Globalizmi bir din olarak alırsanız -bazıları için- bahsedebilirsiniz. Ama bunun dışında tüm toplumlarda kelimenin din anlamında uygulanacak ve etkili olacak bir global dinden veya global sivil dinden bahsetmek mümkün görünmemektedir. Genel olarak, İslam’ın tarihsel tecrübesinde de görülebildiği gibi kültürel çeşitliliği ortadan kaldıracak ve başka din sahiplerine İslam’ı dayatacak bir İslamî globalizmden söz etmek mümkün değildir. Bugün pratik olarak bu zaten imkansızdır; çünkü Müslümanlar global güçler arasında şu an itibariyle zayıf bir durumdadır. Tarihsel olarak güçlü olduğu zamanlarda da, yukarıda da değinildiği ve örneğin Osmanlı millet sistemi tecrübesinde ve nizam-ı alem siyasetinde görüldüğü gibi İslam, dinî ve kültürel farklılıklara dokunmamıştır. Müslümanlar, tarihsel olarak genellikle toplumların yerel özelliklerini korumalarına yardımcı olmuşlardır (Okumuş 2008).

İslam dini, insanların küreselleşme sürecine, kendi değerlerini, kültürel özelliklerini koruyarak katılımı sağlayabilir. Robertson’un dediği gibi küreselleşmede yerellik boyutunun güçlenmesi de söz konusudur; ama şu da bir gerçek: Küreselleşme yerelliklere karşı önemli bir tehdit de oluşturmaktadır (Habermas, 2002). Yukarıda işaret edildiği gibi herkes bu tehditle baş edemeyebilir veya edemeyebilmektedir. İslam, sahip olduğu dirençle küreselleşmenin bu özelliğine karşı kendini koruyabilecek teçhizata sahip olduğu gibi başka yerelliklerin korunmasında da rol oynayabilir. İslam farklı yaklaşım, kültür, inanç ve dinlere geniş bir pencereden bakar. Gerçekten de İslam, bir denge ve hoşgörü dini olup küresel düşüncelere, geniş bakış açılarına sahip olmayı ve yereli kabul etmeyi teşvik eder (Ahmed, 1995: 123). İslam, insanlararası, gruplararası, toplumlararası, devletlerarası, dinlerarası, kültürlerarası ve medeniyetlerarası diyalog yaklaşımıyla tüm insanlığa açıktır ve hoşgörülüdür. İslam’ın hoşgörü ve diyalog boyutu, onun tarihsel tecrübesinde ey iyi şekilde görülüp anlaşılabilir. Bugün itibarıyla İslam adına ortaya çıkan hareketlerin bir kısmı, bu boyuttan uzak görünse ve tarihte de zaman zaman bu boyutun dışında fotoğraflar olsa da, genel olarak ve de potansiyel olarak İslam’ın diyalog sağlayıcı, bütünleştirici, uzlaştırıcı özelliğinin dominant olduğu söylenebilir. Dolayısıyla günümüzde Müslüman toplumların ve bu toplumlarda siyaset yapanların, öncelikle kendilerinin, dinlerinin bu mühim yönlerini görmeleri ve bu boyuttan evrenseli yakalamaları ve küreselleşmeye katılmaları, sadece katılmakla da kalmayıp küresel durum içinde söz sahibi olmaları için önlerinde hiçbir engelin olmadığını anlamaları gerekir (Okumuş 2008).

İslam, ekonomik yaklaşımıyla da küreselleşmenin adaletsiz düzen boyutuna karşı güçsüz toplumları koruyabilecek bir dindir. Öncelikle İslam’ın küreselleşmeyle baş etmesi, küreselleşme sürecine katılımı bir sorun olmaktan çıkarması ve aynı zamanda küreselleşmenin kötü boyut ve sonuçlarıyla baş etmesi konusu, İslam’ın dünyaya bakışı etrafında analiz edilebilir. İslam’ın dünya algısında, dünya yaşanacak, sahiplenilecek bir yerdir. Tam da bundan dolayı, İslam, hayatı, ekonomisi, kültürü, siyaseti, ahlâkı, eğitimi, bilimi, bireyi ve toplumuyla bir bütün olarak görür. Bu perspektifiyle İslamiyet, bütün bir İslam dünyasının hayata sarılıp dünyayla buluşması ve kendinden emin bir vaziyette küresel duruma katılmasında önemli roller icra edebilecek donanımdadır. Bu özelliğiyle İslam, Müslümanların hem çalışmalarını hem de sosyal adaleti temin etmelerini ister. İslam’ın, hayatın çeşitli meselelerine ilişkin çözüm tarzlarını, dünyaya ve olaylara bakış açısını, sosyal, ekonomik vs. olgulara karşı bir takım tutum ve davranış kalıplarını içerdiği kabul edilirse, onun, ekonomik küreselleşmede önemli işlevlere sahip olabileceği anlaşılır. İslam, bir din olarak mensuplarına bir zihniyet kazandırmakta ve Müslümanlar, bu zihniyet temelinde olaylara ve bu arada ekonomik konulara yaklaşmaktadır. Şu halde İslam dini, müntesiplerine kazandırdığı ekonomik zihniyet, tutum ve davranış biçimiyle ekonomik küreselleşmede işlevsel olabilecek donanıma sahip bulunmaktadır. İslam’ın, ekonomi anlayışında işbirliği, dayanışma, yardımlaşma gibi parametrelerin önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. İslam dini, çalışmayı, üretmeyi teşvik eder, ama kazancın yerinde harcanmasını, israf edilmemesini, ihtiyaç sahiplerine dağıtılmasını ister. İslam, her türlü istismarın karşısında olduğu gibi ekonomik istismarın, ekonomik tekelleşmenin de karşısında yer almaktadır. İslam dini, dünya ve ahiret dengesine dayalı bir din olup dünyayı asla ihmal etmemekte, dünyanın imar edilmesini istemektedir (Okumuş 2008).

Görüldüğü gibi İslam, bir yandan küresel düzeyde ekonomik faaliyetleri teşvik ederken, bir yandan da küreselleşmenin ekonomi alanında getirebileceği olumsuzlukları, haksızlıkları, dengesizlikleri, gelir dağılımındaki eşitsizlikleri, istismarı vb. önleyebilecek potansiyele sahip bulunmaktadır. İslam’ın küreselleşme sürecinde bugün zirve noktada kendini gösteren şiddet ve terörün önlenmesinde devreye girecek önemli bir özelliği, aşırı derecede tüketimi teşvik eden ve böylece zenginlerin gücünü daha da arttıran, dolayısıyla fakir kesimleri şiddete yönelten kötü ahlakî küresel duruma evrensel güzel ahlâkıyla meydan okuyacak güçte olmasıdır (Mittelmann, 2000: 136). Bu meydan okuma, sadece İslam’dan gelebilmektedir. Canlanan İslam, evrensel güzel ahlak kriterleriyle sosyal adalete dayalı paylaşımcılığı getirmeyi hedefleyerek küreselleşmenin en olumsuz yönlerinden birine karşı durmaktadır. Bu da evrensel barışa hizmet demektir. Bu noktada küreselleşmenin en ciddi ve kaygı verici boyutu olan şiddet ve terörle ilgili olarak İslam üzerinde durmak faydalı olacaktır. Denilebilir ki, İslam, kitabî anlamda, şiddet ve terörü değil, barışı esas almış ve insanlığa zulüm anlamına gelebilecek bütün davranış biçimlerine karşı çıkmıştır. Bunu tarihsel pratiğinde de bazı istisnalarıyla birlikte genellikle görmek mümkündür. Bugün de Müslümanların büyük çoğunluğu, zayıf taraftır ve çok az sayıda “Müslüman”ın “şiddet” ve “terör” diye nitelendirilen eylemleri de, sıkışmışlığın ve küreselleşmenin öldürücü etkisinin bir sonucu olarak İslam’a uygun olmayan dikey ve yatay düzlemde görece az görülen eylemlerdir. Bugün terörün en çok Müslümanların arasından çıktığı da, bilimsel olarak bakıldığında doğru değildir. Ortada bir yanılsama vardır. Bir medya gücü ve onun büyük, yıkıcı propogandasının etkisiyle şiddete ve teröre dayalı bir İslam imajı oluşturulmuştur. İslam’la ilgili popüler Batı imajında, maalesef İslam bir şiddet ve barbarlık dinidir. Eskiden beri gazete, dergi, televizyon ve Hollywood merkezli sinema, Müslümanları hep vuran, öldüren, işkence eden kimseler olarak tanıtılmaktadır. Amerikan ve Avrupalı siyasetçi ve medyasının ürettiği bir mit olarak İslamî tehdit (Esposito, 1999), sürekli gündemde tutulmaktadır. Buna bağlı olarak da Müslümanlar Batılılar tarafından şiddete başvuran ve düşman olarak görülmektedir (Davidson, 2003: 73, 76). Bu tanıtım özellikle küresel güçlerin başarısızlıklarının telafisi yolunda önemli bir meşrulaştırıcı adım olarak gerçekleşen 9/11’den sonra İslam’ın şiddet ve terör boyutu, ısrarla vurgulanmakta, bu imaj üzerinden dünya halkları İslam’a ve Müslümanlara karşı kışkırtılmaktadır. Esasen uzun süreden beri zaten kötü olan Müslüman imajı, 9/11’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a saldırılarla ile birlikte doğrulanmış oldu. Bunları söylemekle amaç, terör eylemlerini meşrulaştırmak veya haklılaştırmak değildir. Burada amaç, İslam’ın küreselleşmenin yıkıcı boyutlarını engelleyecek veya düzeltecek barışçı özelliğini ortaya koymasına müsade etmemek için İslam’la ilgili kötü imajın planlı bir biçimde oluşturulduğunun vurgulanmasıdır. İslam’ın şiddet ve terör yüzüyle sunulması ve “İslami şiddet” ve “İslami terörizm” gibi ifadelerle İslam’la şiddet ve terörün buluşturulması, bilimsel çalışmalarla da desteklenmektedir. Diğerlerine ek olarak ünlü “İslam ve Ortadoğu uzmanı” Bernard Lewis’in çalışmaları buna en iyi örneklerdendir. Lewis, 2001’de The New Yorker’da yayınladığı bir makalesine dayanarak yazdığı ve 2003’de yayınlanan The Crisis of Islam, Holy War and Unholy Terror adlı kitabında (137-138 vd.) İslam’la ilgili Amerika’nın resmi ve sivil ilgililerini tahrik edici bir biçimde bilimsellik kisvesi altında, ama hiç de bilimsellik arz etmeyen şu cümleleri sarf etmektedir:

Müslümanların çoğu fundamentalist değildir, çoğu fundamentalist de terörist değildir; fakat bugünkü teröristlerin çoğu Müslümandır ve bunlar, kendilerini övünerek böyle tanımlamaktadır. Müslümanların medya terörist hareket ve eylemlerden “İslamî” diye bahsettiğinde şikayet etmeleri ve medyanın neden benzer biçimde İrlanda ve Bask terörist ve terörizmlerini “Hıristiyan” olarak nitelendirmediğini sormaları, anlaşılır birşeydir. Cevap basit ve açıktır –Onlar kendilerini böyle tanımlamıyorlar. Müslümanın şikayeti anlaşılır, fakat haberi rapor edenlere değil, yapanlara yöneltilmelidir.

Görüldüğü gibi B. Lewis, kurduğu cümle ve kullandığı ifadelerle bir tür dil oyunu yaparak İslam’ı terörizmle ilişkilendirmeye çalışmakta, zihinleri karıştırmaktadır. Oysa İslam’ın tarihsel pratiğine ve günümüze bakıldığında, Müslümanların diğer bazı din mensubu toplumlara göre çok az terör olaylarına karıştığı tespit edilebilir. Eğer terör eylemleri kimden gelirse gelsin terör olarak addedilecekse bu böyledir. Burada amaç, terör diye nitelenebilecek eylemleri aklamak veya meşrulaştırmak değildir. Elbette terör, kimden gelirse gelsin terördür. Ama terör, onu gerçekleştiren insana aittir, dine değil, İslam’a değil. İslam’ın küreselleşme sürecinin beraberinde getirdiği “küresel durum-problemi” içinde insanlığı en fazla tedirgin eden şiddet ve terör sorununa karşı söz konusu özelliklerine ve ortaya koyduğu uygulamalara bakıldığında, küreselleşmenin şiddet, terör ve savaşının ideolojik teorisyenliğini yaparak bir bakıma şiddeti meşrulaştıran Samuel Hungtinton’un çatışmacı yaklaşımının yanlışlığı da anlaşılmaktadır. Müslümanlar açısından bakıldığında bugün zaten savaş mümkün değildir, olsa olsa görüldüğü üzere tek taraflı bir savaş olabilir (Okumuş 2008).

Dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen şiddet ve terör olaylarına salt tanımlama amaçlı terör diyerek işin içinden sıyrılmak mümkün değildir. Filistinlilerin tepkisel davranışları, Irak’taki olaylar vs., İsrail’in, ABD’nin ve Batı’nın bu bölgede ve dünyada izlediği ve uygulamaya koyduğu politikaların sonucu olarak gelişen karmaşık bir tablo ortaya koymaktadır. Bunlar eylem değil, bir tepkidir. Nitekim bu tür olaylar Batı’da Müslümanların dışından gelebilmekte ve örneğin Amerika’ya yönelebilmektedir. Mesela “Oklahama bombacısı Timoty McVeigh bir Amerikalı’ydı. 9/11 olayları da karmaşıktır. Onun da Amerika’nın kendi içinden geldiği açık; ancak kim yaptı, nasıl yaptı, şu an belli değil. Burada önemli olan da aslında 9/11’in, küreselleşmenin şiddet ve terör üretiminin çok büyük bir örneği olarak karşımıza getirilmesidir. O halde konuya yaklaşırken bütün boyutlarını hesaba katmak ve ondan sonra terörün kimlerden geldiğine karar vermek gerekir. Burada kasıtlı bir tutum içinde olunduğunu hissettirecek şekilde bir takım olayların zemininin hazırlatıldığını ve ondan sonra meydana gelen şiddet olaylarının “İslamî terörizm” olarak tanımlandığını göz ardı etmemek gerekir (Okumuş 2008).

Özetle İslam’ın genellikle pratiğine ilişkin sözü edilen hususlar, onun şiddet dini değil, barış dini olduğunu ortaya koymaktadır. Kur’an’da savaşla ilgili ayetler, kendine özgü sosyal, kültürel, siyasal, tarihsel bağlamlarda gelmektedir. Kaldı ki bunlar, İslam’ın şiddet boyutuna delil getirilmek istenirse, o takdirde Bible’daki şiddet ve savaş ayetlerine ne demeli? Kur’an’daki “şiddet” içerikli pasajlar, Bible’daki şiddet içerikli pasajlardan daha şiddetli değildir (Smith, 2001: viii). Genel olarak ve bir bütünlük içinde bakıldığında görülür ki, Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber’in hadisleri, şiddet ve terörü yasakladığını ifade etmektedir. Kur’an (5/Maide, 32), haksız yere bir insan öldürmeyi, bütün insanlığı öldürmek, bir hayat kurtarmayı da bütün insanlığı kurtarmak olarak tarif etmektedir. Kur’an’a göre (2/Bakara, 208) barış içinde yaşamak farzdır ve barışa aykırı davranmak şeytan işidir, şeytanın peşinden gitmektir. Kur’an’da aslolan barıştır (2/Bakara, 192, 194; 4/Nisa: 90; 8/Enfal, 61 vd.). “Alemlere rahmet olarak gönderilen” Hz. Muhammed, Müslüman’ı, dilinden ve elinden kimsenin rahatsız olmadığı insan olarak tarif etmektedir (Buharî, Kitâbu’l-İmân, Bâb: 5). İslam Peygamberi’nin “Hiç kimse, kendisi için istediğini başkası için de istemedikçe iman etmiş olmaz” (Buharî, Kitâbu’l-İmân, Bâb: 7) hadisi, Müslüman’ın nasıl bir ahlakî, kültürel ve sosyal ilişkiyi tesis etmesi gerektiğini belirtmektedir (Okumuş 2008).

Bunların dışında Kitap Ehli ve diğer insanlarla ilişkilerin hukuksal yönleriyle ilgili ayetlerde ve Sünnette de savaş şartlarının ve birlikte yaşamanın yollarının insani temelde belirtildiğini görebilmekteyiz. İslam Peygamberi’nin savaşlarında hep savunmanın esas alındığı görülür. Müslümanlara, zayıf insanlara gelecek zararların önlenmesi amacıyla veya yapılan saldırılara karşılık savaşlar yapılmıştır (2/Bakara, 190-195; 4/Nisa, 75; 22/Hacc, 60 vd.). Ayrıca bu şartlarda savaşırken dahi yaşlılara, kadınlara, çocuklara, tabiat eserlerine, kültürel ve dinî mirasa, savaşmayanlara dokunulmaması esası getirilmiştir. Müslümanlara dokunmadıkları sürece insanlara saygıyla yaklaşmak İslam’da en önemli ilkelerdendir. Kitap Ehli’nin yiyecekleri Müslümanlara, Müslümanların yiyeceğinin de Kitap Ehli’ne helal kılınarak (5/Maide, 5) sosyal hayatta birlikte yaşamanın önemli bir boyutu tesis edilmiştir. Bunun dışında Ehl-i Kitap ile ilişkilerde sıklıkla ortak noktaların vurgulanmasının istenmesi (örneğin bkz. 3/Al-i İmran, 64; 29/Ankebut, 46; 5/Maide, 48 vd.) de birlikte yaşamayı tesis yolunda en önemli emirlerdendir (Okumuş 2008).

Bunlardan başka ve çok önemli bir husus, insanlığın tabii haliyle olduğu gibi kabulünün esas alındığını ifade eden ve çoğulculuğu esas alan ayetlerin varlığıdır. Bu bağlamda İslam’da 5/Maide, 48’de zikredildiği gibi insanların farklı yollarda olmasının normal ve kaçınılmaz olduğunun vurgulanması ve iyilikte insanların yarışmasının istenmesi; 49/Hucurat, 13’de insanların cinsiyet, kabile ve kavim yönünden farklı olmasının yaratılışın bir gereği olduğunun belirtilmesi ve bu anlamda insanların birbirlerine asla üstünlüklerinin olmadığının ve Allah katında üstünlüğün takva sahibi olmakla elde edilebileceğinin ifade edilmesi gibi hususlar zikredilebilir. Bu ve benzeri ayetler ve Hz. Peygamber’in Sünneti’nde çoğulculuk en geniş anlamında sadece ele alınmamış, aynı zamanda Müslümanlarca yaşanmıştır (Okumuş 2008).

Buna benzer ayet ve hadisleri çoğaltmak mümkündür. Ancak konumuzun sınırları içinde bunlar, söylenmek isteneni ifade etmek için yeterlidir. Ayrıca belirtmek gerekir ki son zamanlarda artış gösteren “İslamî terör”ün kaynağını “kutsal savaş” olarak tanımladıkları “cihad”la izah etme çabaları da, ideolojik yaklaşımlardır veya İslam’ı bilmemekten kaynaklanmaktadır. Cihadın tek anlamı olmadığı gibi Kur’an’da savaşmakla ilgili ayetlere bakıldığında da, onların her birinin bir bağlamının olduğunu, o bağlamdan kopartılarak Müslümanların yaptığı her şiddet içerikli olayı cihadla izah etmenin yanlış olduğu anlaşılır. Bu çerçevede Ortadoğu ve başka yerlerde Müslümanlar tarafından yapılan şiddet eylemleri ve savaşlarının, siyasal amaçlı olduğunu ve cihadla, kutsal savaşla karıştırılmaması gerektiğini unutmamak lazım. Ayrıca bu şiddet içerikli olayların bir kısmının da iki taraf arasında savaş olduğunu göz ardı etmemek gerek. Bu olaylarda dinin meşrulaştırımına başvurulsa dahi durum değişmez (Okumuş 2008).

Bu kitabî hususları çeşitli biçimlerde tarihsel olarak Müslümanlarda görmek mümkündür. Tarihe bakıldığında -yukarıda söylenenlere ilave olarak-, Norman Daniel ve Huston Smith’in yerinde söyledikleri (Smith, 2001: viii-ix vd.) gibi İslam, şiddete Hıristiyanlık’tan daha fazla başvurmamış, savaşmamıştır. Savaşları da kendi bağlamlarında değerlendirmek gerekir. İslam, başka dinden olanlara, farklı medeniyet ve toplum insanlarına bir tür sığınak olmuştur. Müslümanlar, Anadolu’yu İslamlaştırırken insanlara zor ve şiddet uygulamaz, onları dinlerinde serbest bırakırken –ki örneğin Anadolu topraklarındaki Hıristiyanlar bugün dahi varlıklarını sürdürüyorlar-, Batılılar, Hıristiyanlık adına girdikleri topraklarda yaşayan toplumları, örneğin İspanya’da Müslüman ve Yahudileri, öldürmüş, sürmüş veya zorla Hıristiyanlığa döndürmüşlerdir. Müslümanların yayıldıkları alanda, Müslüman olmayanların bugün ulus devlet çatısı altında kendi dinleriyle birlikte yaşamaları, İslam’ın Müslüman olmayanlara yaklaşımını anlamak bakımından son derece önemlidir. Bugün de Müslümanlar kendi hallerine bırakılmaları durumunda görece kısa zamanda dünyaya barışı yayabilirler (Okumuş 2008).

İslam ve Müslümanlarla ilgili durum bu iken, neden İslam şiddet ve terörle birlikte anılmakta ve tüm dünyada Müslüman olmayanların zihninde Müslüman denildiği zaman terörün çağrışım yapması amaçlanmaktadır? Bu makalenin yazarına göre bu, küreselleşmenin olumsuz boyut ve sonuçlarıyla kendini gösteren “küresel durum-sorunu”na karşı tek alternatifin İslam olmasıyla açıklanabilir. Yani İslam’ın dünyada barışın kurulmasında öncü rolünü oynamasına izin vermemek için Avrupa ve Amerika başta olmak üzere tüm gayri- Müslim toplumların İslam imajı terör-İslam ilişkisiyle oluşturulmakta, bir tür terörize edilmektedir. Bununla bağlantılı olarak global düzeyde bazı dinî, siyasal ve askeri bir takım aktörler, İslam ülkelerinin Müslüman olarak demokrat olamayacaklarını göstermek ve böylece Müslümanları baskıcı, özgürlük karşıtı, şiddet yanlısı vs. göstermek için çalışmaktadırlar. Örneğin Amerika dindar bir ülke, hatta bir tür din devleti olduğu halde kendine özgü bir demokrasiyi kendi ülkesi için en iyi şekilde uygulamaya çalışırken Müslümanların kendilerine özgü demokratikleşmeleri engellenmektedir. Dolayısıyla şiddet ve teröre bulaşmış bir İslam imajı oluşturularak İslam’ın kendi asli varlığıyla kendini ortaya koymasına müsaade edilmemek istenmektedir. Müslümanlar, yeniden kendilerine gelerek globalleşmeyi barışçıl çizgide dönüştürebilecek güç ve dinamizme sahiptirler. Fakat Hıristiyan dünyası bunu yapabilecek durumda değildir. Zaten globalleşmenin veya glokalleşmenin sorunlar üretmesinde Hıristiyanlığın sosyolojik anlamda başarısızlığı yatmaktadır. Hıristiyanlar üzerine düşeni yapsalardı, dünya bugün böyle olmayacaktı belki de. Globalleşme, Hıristiyanlığın etkileri ve meşrulaştırımlarıyla gerçeklik bulsa ve bugün globalleşmeyi Hıristiyanlıktan ayrı ele alamasak da (Bkz. Garrett-Robertson, 1991: ix-xiii), son tahlilde Hıristiyanlık, globalleşmenin dünyanın belli kesimleri üzerinde şiddete sebebiyet verecek şekilde büyük bir yük teşkil eden boyut ve sonuçlarını engelleyemedi. Fakat İslam, Hıristiyanlığın yapamadığını yapabilecek özellikleri taşımaktadır. İslam, yukarıda belirtilen globalleşme veya glokalleşme yerine uni-glokalleşme veya ev-küyerelleşmeyi koyarak evrensel barışa giden yolu açabilir. İşte şiddetin ve terörün İslam’la bağlantılı olarak sıklıkla ele alınmasının ve medya ve internet üzerinden İslami terörün üretilmesinin altında yatan belki de en önemli sebep, İslam’ın barışçıl yönüyle kendini ifade etmesine engel olunmak istenmesidir (Okumuş 2008).

İnsan Haklarına İslamî Yaklaşımın İnsanî Temeli

İslam, insan haklarına tamamen insanî temelde yaklaşır. İslam hukuk ve insan hakları anlayışında tabir caizse insanlar arası ilişkilerde “insanî olanın önüne hiçbir şey geçmez.” ilkesi başat ilkedir. İslam’a göre her şeyden önce insan, haklarıyla birlikte dünyaya gelir. İslam’ın insan haklarına yaklaşımının bu yönünü anlamak için zaruriyyat olarak başlıklandırılan beş temel hakkı hatırlamak faydalı olacaktır:

1.Hayatın dokunulmazlığı (ismetü’n-nefs veya ismetü’d-dem).
2. Malın dokunulmazlığı (ismetü’l-mâl).
3.Dinin dokunulmazlığı (ismetü’d-dîn).
4.Aklın dokunulmazlığı (ismetü’l-akl).
5.Neslin ve namusun dokunulmazlığı (ismetü’n-nesl ve ismetü’l-ırz).

Bu maddelere yakından bakılırsa, hepsinin birden insan haklarının temelini oluşturduğu görülür. Bu beş temel hak, İslam’a göre insanları din ve inançlarına göre ayırmaksızın geçerlidir.

Denilebilir ki İslam’da insan hakları evrenseldir. İnsan haklarının evrenselliği, insan haklarının bütün insanlık için geçerli olduğunu ifade eder.

İslam’ın insan haklarına yaklaşımını başta Hz. Peygamber’in (s) uygulamaları olmak üzere tarihte görmek mümkündür. Medine’de İslam’ın toplumsal düzeninde Mü’min olsun olmasın toplumun bütün kesimlerine karşı insan hakları temelinde bir yaklaşım sergilendiği ve bu yaklaşım temelinde toplumsal, siyasal, hukuki, ahlaki, ekonomik vd. bir düzen kurulduğu söylenebilir. Bunun aynısı olmasa da benzerlerini İslam tarihinin değişik dönemlerinde gözlemlemek de mümkündür. Halifeler döneminde, Halife-sultanlar döneminin bazı periyotlarında, örneğin Endülüs Emevilerinde, Osmanlılarda bu söz konusudur.

İnsan Haklarına İnsanî Temelde İslamî Yaklaşım Stratejileri

Günümüzde Müslümanların insan haklarına saygı ve riayeti sağlayabilmeleri ve sürdürebilmeleri için bazı stratejiler geliştirmeleri zorunluluk olarak gözükmektedir. Elbette bu stratejilerin kaynağı Kur’an’dır ve başta Hz. Muhammed (s) olmak üzere Müslümanların Kur’an’dan hareketle ortaya koymaya çalıştıkları tutum ve davranışlardır. Bu çerçevede şu stratejiler önerilebilir.

1. Adalet Stratejisi:

Adil olma, adaleti toplumsal hayatta ve uluslararası ilişkilerde, hakim kılmak, İslam’ın insan haklarına yaklaşımında en önemli ilke ve stratejidir. Dolayısıyla bu stratejiyi izlemek oldukça hayatidir. Adaletin olmadığı yerde insan haklarından söz etmek mümkün değildir. İnsan haklarının bütün boyutları son tahlilde varıp adalet konusuna dayanmaktadır. “Adalet mülkün temelidir.” güzel sözünü “adalet insan haklarının temelidir.” diye düşünmek de mümkündür.

İslam’da insanlar arasında Allah katında üstünlüğün takvada olduğuna (Hucurat 49/13) göre, insanlar arasında ayrım yapmak, eşitsizlik yaklaşımı benimsemek kabul edilmemez. İslam’ın ana kaynaklarına ve tarihsel tecrübesi, Müslümanların, hem birbirleriyle, hem de zalim olmayan ve insan haklarına saygıda özenli davranan gayr-i Müslimlerle ilişkilerde adaleti esas aldığını veya alması gerektiğini gösterir. İnsan haklarına riayet eden bir insanı inancına bakmaksızın toplumun bir parçası görmek, ‘öteki’ görmemek ve ötekileştirmemek, İslam’da önemlidir.

İslam, insanlara mutlak anlamda adaleti emreder:

Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklarda, çirkinlik ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz (Nahl 16/90).

2.Güzel Söz Söyleme Stratejisi:

İslam, Firavun gibi zulümde en ekstrem boyutlara varmış bir tip olarak tanımladığı bir kişiye dahi yumuşak bir söz ve üslupla (kavl-i leyyin) gidilip konuşulmasını, İslam’ın anlatılmasını emretmektedir (Tâhâ 20/44).

Ayrıca genel bir ilke olarak insanlara anlatılacak şeyin hikmetle ve güzel sözle anlatılmasını ve yanlışlarla, yanlış yolda olanlarla en iyi şekilde mücadele edilmesini istemektedir:

Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir (Nahl 16/125).

3. İyilik Yapma Stratejisi:

Bu stratejik yaklaşım da diğerleri kadar önemlidir ve tabii ki diğerlerini tamamlamaktadır. Kur’an ve hadislere bakıldığında, Müslümanların hayatlarında, insanlarla ilişkilerinde hep iyilik yapmayı esas almalarının istendiği görülür. Aile içi ilişkilerden tutun siyasal ilişkilere kadar bütün toplumsal münasebetlerde Müslümanlar iyilik felsefesiyle hareket etmelidirler.

Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklarda, çirkinlik ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz (Nahl 16/90).

4. Kardeşlik Stratejisi:

Müslümanlar arasındaki en önemli kriter kardeşlik kriteridir. Müslümanlar arasındaki ilişkilerde kardeşliğin önüne hiçbir şey konulamaz. İslam, Müslümanlar arasındaki ilişkide hem sosyolojik olarak hem de hukukî olarak kardeşliği esas alır. Normal şartlarda da aynı toplumda birlikte yaşadıkları Müslüman olmayan topluluklarla da belli hukuki esaslara dayalı insanî-sorunsuz, haklara dayalı ilişki biçimini esas alır:

Eğer Mü’minlerden iki grup birbirleriyle çekişirlerse aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla mücadele edin. Eğer dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Kuşkusuz Allah adil davrananları sever.

Mü’minler, ancak/sırf kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.

Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte böylesi kimseler zalimlerdir.

Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizin arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.

Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için de sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’na karşı sorumluluğunu en iyi yerine getireninizdir (Hucurat 49/9-13).

Kur’an, Müslümanların ayrılığa yol açacak tutum ve davranışlardan kaçınmalarınıi birlik olmalarını emreder (Al-i İmran 3/105; Enfal 8/46; Saff 61/5).

Günümüzde her cemaatin, her dinsel grup ve hareketin kendini merkeze alarak diğerlerini ötekileştirme eğilimi öne çıkmakta, hatta bu eğilim, Müslümanların birbirlerine terör ve şiddet uygulamalarına kadar varmaktadır.

Tarihsel olarak da İslam Peygamberi bu kardeşlik kurumunun önemini uygulamasıyla bize göstermiştir:

Muâhât: Kardeşleşme

Hicret’ten yaklaşık beş ay sonra Peygamberimizin isteğiyle yaklaşık 200 aile Ensar, 200 kadar Muhacir aileyle kardeşlik ahdi yapmıştır. Hz. Muhammed, Muhacirlerin, yeni şehre uyum problemlerini bu yolla aşmak istemiş ve aşmıştır da. Muâhâta göre her iki aile ortak çalışacak, kazançlarını paylaşacak ve birbirlerine mirasçı olacaklardır. Muhacirler, yeterince sosyalleşip uyum sağlar noktaya gelince, mirasçı olma şartı kaldırılmıştır.

Muâhât ile Müslümanlar, eşsiz bir birliktelik sağlamış, inanç ve gönül bağı ile birbirlerine kenetlenmiş ve kardeşlik temelinde yeni İslam toplumunu oluşturmuşlardır. Bu toplumda Muhacirlerin her şeyini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etmesi ile ortaya çıkan ciddi ekonomik kriz kısa vadede kolaylıkla çözülmüştür. Yine kardeşleşme sayesinde asabiyet duygusu ile yıllardır birbirlerine kılıç çeken insanların kavmiyetçi anlayışları ortadan kaldırılmıştır.

Bu noktada Kur’an’da Ensar’ın muhacirleri bağırlarına basmasıyla ilgili ayetleri zikretmek faydalı olabilir:

Daha önceden Medîne’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zarurt içinde bulunanlar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden (şuha nefsihî) korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir (Haşr 59/9).

5. Selamlaşma (Selamı Yayma) Stratejisi:

Kur’an, toplumsal hayatta Mü’min’in sosyal hayatın bütün boyut ve aşamalarında karşılaştığı insanlara güven, barış, esenlik ve huzur telkin etmesi anlamında selam demesini, selam vermesini ister. Şu ayeti bu çerçevede görmek mümkündür:

O Rahman’ kulları, yeryüzünde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman “Selam” derler (Furkan 25/63).
Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir. Herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız (Nur 24/27).
Siz bir selam ile selamlandığınız zaman, siz de ondan daha güzeliyle karşılık verin veya verilen selamı aynen iade edin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını gereği gibi yapandır (Nisa 4/86).
Ey İman edenler! Allah yolunda cihada çıktığınız zaman, mümini kâfirden ayırmak için iyice araştırın. Size selam veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, “Sen mümin değilsin” demeyin. Allah katında çok ganimetler var. İslâm’a ilk önce girdiğiniz zaman siz de öyle idiniz. Sonra Allah size lutufta bulundu. Onun için iyice araştırın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır (Nisa 4/94).
A’maya güçlük yoktur; topala güçlük yoktur; hastaya da güçlük yoktur. Sizin için de gerek kendi evlerinizden, gerekse babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarına malik olduğunuz yerlerden, yahut dostlarınızın evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu halde veya ayrı ayrı yemenizde de bir güçlük ve günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından mübarek ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selam verin. İşte Allah düşünüp anlayasınız diye size âyetlerini böyle açıklar (Nur 24/61).
Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selam olsun. Biz kendini bilmezleri istemeyiz” derler (Kasas 28/55).
Ey Muhammed! Şimdilik sen onlara aldırma ve: “Size selâm olsun.” de. Onlar yakında bilecekler (Zuhruf 43/89).

Hz. Muhammed (s) de, hadislerinde Müslümanlardan toplumda selamı yaygınlaştırmalarını istemektedir (Ebû Davud, Müslim).

6. Şiddet ve Terörden Uzak Durma Stratejisi:

Bu günümüzde Müslümanlar için hayati derecede önemli bir strateji olmalıdır. Şiddetten uzak durma, başkalarına zulmetme, teröre bulaşma, terörizme yönelme, İslam’ın reddettiği bir şeydir. Hukuksuzca, haksızca, hukuki bir hüküm olmadan bir insanı öldürme, onu yaralama, ona işkence etme, kan dökme, kan davasına girişme vs. hepsi İslam’da yasaklanmış olan şeylerdir.

İslam’a göre bir insanı haksızca öldürmek, bütün insanlığı öldürmek demektir:

Bu nedenle, İsrailoğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun ki elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır (Maide 5/32).

Sonuç

Evrensel dinlerin küresel durum içinde ve karşısında “şiddet ve terör”e bulaştırılmış olmaları, onların küresel durumun olumsuzluklarına alternatif olmalarıyla açıklanabilir. Bu bağlamda dindarlar tarafından gelen yanlışların şiddet ve terör kısımlarının geçici olduğu söylenebilir.

Dinler ve dünya açısından bir geçiş dönemi, bir sancılı dönem yaşanmaktadır. Dinler, insanların bu dönemi atlatmalarında temel rolü oynayacaklardır. En önemli rolü ise ev- küyerel boyutuyla İslam dini oynayacaktır. İslam dininin bu özelliğinin işaretlerini aldıklarından dolayı küresel güçler, Müslümanlara karşı sonucu şiddetle noktalanacak çeşitli politikalar uygulamaktadırlar.

Müslüman toplumların içinden çıkan bazı birey veya grupların, din adına veya başka bir şey adına bir tepkide bulunmaları, hatta eylemde bulunmaları, İslami terörizmden bahsetmeyi veya Müslümanlar arasında terörün yaygın olduğundan söz etmeyi ya da dünyada en çok Müslümanların şiddet ve terörle içiçe olduklarını söylemeyi haklılaştırmaz. Şiddet ve terör diye nitelendirilen olayları bağlamlarından kopararak ele almak ve ardından onları İslam ve Müslümanlara bağlı terör eylemleri olarak tanımlamak bilimsellikle bağdaşmaz. Elbette terör terördür, şiddet şiddettir. Kimden çıkarsa çıksın yanlıştır, kötüdür ve karşı çıkılmalıdır. Fakat son derece karmaşık olayların, oyunların oynandığı bir arenada, bir takım zayıf insanların ortaya koyduğu “şiddeti”, salt şiddet veya terör olarak tanımlamak ve bunun üzerinden tüm dünyada, hassaten Avrupa ve Amerika toplumları nezdinde Müslümanları mahkûm etmeye çalışmak, olayların anlaşılmasını ve dolayısıyla bitirilmesini engeller. Bu ise küreselleşmenin yıkıcı yönlerinin, yenidünya düzeninin şiddet ve terör uzanımlarının daha da derinleşmesine ve katmerleşmesine yarar.

Amerika’nın ve Batı’nın diğer etkili siyasal aktör devletlerinin, terörizmi kendilerini merkeze alarak tanımlamaktan da vazgeçmeleri gerekmektedir. Onlar, terörizme, kendilerini, kendi siyaset, ideoloji, güç ve iktidarlarını esas alarak tanım getirmekte, istediklerine terörist demekte, istediklerini de kahraman yapmaktadırlar. Bu çifte standart doğurmakta ve Batı’nın güvenilmezliğine yol açmaktadır. Terör konusunda evrensel yaklaşımlar geliştirme konusunda gerekli çabaların ilgili devlet ve aktörlerce gösterilmesi kaçınılmazdır.

Ayrıca Amerika’nın halkına İslam’ı ve Müslümanları doğru bir şekilde öğretmesi şarttır. Bugün, Amerikalıların üzülerek söylemek gerekirse İslam’ı bilmedikleri halde Müslümanlarla ilgili olumsuz önyargıları bulunmaktadır. Bu noktada 31 Ocak-19 Nisan 2007 tarihleri arasında bulunduğum ve bir kaç eyaletine gitme imkanı elde ettiğim Amerika’da dikkatimi çeken bir hususu zikretmek istiyorum. Bu husus, Amerika’da İslam’ın şiddet dini olduğu yönünde, Müslümanların terörist oldukları yolunda ciddi bir propagandanın olduğu gerçeğidir. Gerçekten de Amerika’da bazı siyasal güçler, bazı akademisyenler, bazı kiliseler ve medya önyargılar ve ideolojik, siyasal amaçlarla İslam’ı hep terör ve şiddetle anmakta (Davidson, 2003: 71) ve bu da İslam hakkında maalesef son derece bilgisiz olan Amerikan halkının İslam ve Müslümanlarla ilgili olarak olumsuz düşünmesine, Müslümanları Amerika için çok tehlikeli görmesine ve dolayısıyla Müslümanlardan nefret etmesine yol açmaktadır. Bu gerçeği Amerika’da yaşayan Müslümanlar görmekte ve bundan olumsuz etkilenmektedirler. Kiliselerde gerek din adamlarıyla gerek dindar insanlarla yaptığım görüşmelerde ve ayrıca üniversitelerde akademisyenlerle görüşmelerde İslami terör gibi ifadelerin sıklıkla kullanıldığını ve Müslümanlık denildiği zaman terör ve şiddetin hatırlandığını tespit edebildik. Ayrıca yazılan bazı kitaplarda Müslümanlar hakkında ciddi dezenformasyonlar yapılmaktadır. Bazı Medya grupları aynı şekilde Müslümanlığı terörle ilişkilendirmeyi meslek edinmişlerdir. Avrupa’da da durumun farklı olduğunu söylemek güçtür. Bu durumu düşününce şu sorular, anlamlı hale gelmektedir: 1. Sürekli şiddet ve terörden bahsediliyor. Acaba terör, önce sanal olarak üretiliyor, sonra da gerçekleştiriliyor mu? Teröre belli uluslararası veya küresel merkezler mi kumanda ediyor? 2. Dünyanın en çok terörden bahsedilen yerlerinde, karmaşık ilişkileri çözümlemeden terörü çözebilmek, hatta bizzat terörü yürütenlerin terör yaptıklarını söyleyebilmek mümkün müdür?

İslami bağlamda; terörizm, fundamentalizm, radikalizm, extremizm, dindarlık, Müslümanlık ve İslam bilerek ve bilmeyerek birbirine karıştırılmak suretiyle, İslam’ın ve Müslümanların şiddet ve terörle ilişkilendirilmesi, Müslümanların barışçı yönlerini ortaya koymalarına engel teşkil etmektedir. Batı’nın bundan vaz geçmesi ve Müslümanların da kendilerini doğru ifade etmeleri gerekmektedir. Gerçekte İslam’ın ve kendilerinin öyle olmadığını iyi anlatmaları gerekmektedir.

Sonuç olarak İslam, ev-küyerel yaklaşımıyla dünyada var olan şiddet ve terörü durdurmada çok büyük bir potansiyele ve tecrübeye sahiptir. İslam, küresel durumu ev-küresel duruma dönüştürerek hem evrensellik özelliğiyle dünyaya değerlerini yayabilecek, hem yerellikleri koruyacak, çoğulculuk temelinde farklı inançların kendi durumlarını devam ettirmelerini temin edecek birikimle küresel dünya düzeninin özellikle şiddet ve terör boyutuna set çekebilir. Küresel güçlerin, İslam ülkelerini kendi haline bırakması, İslam’ın bu potansiyel ve tecrübesini zamanında ortaya koyması ve dolayısıyla tüm dünyada barışa giden yolu açması için önemlidir. Müslümanların kendi haline bırakılması, Müslüman toplumların kendi ülkelerinde demokratik yapılanmayı da beraberinde getirecektir. Tabii ki Müslümanların da ne tür olayların içinde olurlarsa olsunlar, İslam’ın temel prensiplerinin belirlediği şekilde şiddet ve teröre bulaşmamaya dikkat etmeleri şarttır.
İslam dinini kaynaklarından ve tarihsel birikimlerinden hareketle insan hakları konusuna insanî temelde yaklaşım stratejilerinin ele alınmaya çalışıldığı bu makalede, İslam’ın insan haklarına yaklaşımının doğru anlaşılması, küreselleşme sürecinde Müslümanlar üzerinde oynanan oyunları anlama çabasını zemine yerleştirmek gerektiği sonucuna varılmıştır. Bu zeminin üzerine öncelikle adalet, güzel söz söyleme, iyilik yapma, kardeşleşme, selamı yayma ve şiddet ve terörden uzak durma stratejileri tespit edilip üzerinde durulmuştur. Bu stratejilerin ivedilikle hayata geçirilmesi, izlenmesi ve Müslümanların Kutsal Kitap’ta yazdığı şekilde evrensel barış ve insan haklarına riayet etmelerini intaç edecektir.

Kaynaklar

Kur’an
Hadisler
Ahmad, Aqueil (2001). “Globalization And The Developing Countries, With Especial Reference To Cuba”. http://globalization.icaap.org/content/v1.1/aqueilahmad.html
Ahmed, Ekber S. (1995). “Medya Moğolları Bağdad Kapısında”. Medeniyetler Çatışması. Der. M. Yılmaz, Ankara: Vadi
Altun, Fahrettin (2000-2001). “Küreselleşme: Söylem ve Gerçek”. Tezkire. Sayı: 18
Aslan, Adnan (2002). “20. Yüzyıl, Küreselleşme ve İslam”. Bilgi ve Düşünce. Yıl: 1. Sayı: 2.
Aydın, Mehmet (1997). “Değişim Sürecinde İslam”, İslâm Kültürü ve Toplumsal Ekonomik Değişim. (Jean-Paul Charney). Çev. A. B. Baloğlu-O. Bilen. Ankara: TDVY.
Barbier, Maurice (1999). Modern Batı Düşüncesinde Din ve Siyaset. Çev. Ö. Gözel. İstanbul: Kaknüs
Bauman, Zygmunt (1999). Küreselleşme. Çev. A. Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı
Berger, Peter L.-Luckmann, Thomas (1971). “Sociology of Religion and Sociology of Knowledge”. Sociology of Religion. Ed. R. Robertson. England: Penguin Boks, ss. 61-73
Beyer, P. (2002). “Globalization”. http://aix1.uottawa.ca/pbeyer/globalization. html
Buharî, (1979). Sahîhu’l-Buharî. c. 1. İstanbul: el-Mektebetu’l-İslâmiyye
Davidson, Lawrence (2003). Islamic Fundamentalism. Westport, London: Greenwood Press
Esposito, John L. (2005). Islam: The Straight Path. 3. bs. New York, Oxford: Oxford University Press
Esposito, John L. (1999). The Islamic Threat: Myth or Reality? 3. bs. New York, Oxford: Oxford University Press
Esposito, John L. (2000). “Political Islam and Global Order”. Religion and Global Order. Ed. J. L. Esposito-M. Watson, Cordiff: University of Wales Press
Esposito, John L.-Watson, Michael (2000). “Introduction”. Religion and Global Order. Ed. J. L. Esposito-M. Watson. Cardiff: University of Wales Press
Garrett William R.-Robertson, Roland (1991). “Religion and Globalization”. Religion and Global Order. Der. W. R. Garrett- R. Robertson. New York: Paragon House Publishers, ss. ix-xiii
Giddens, Anthony (1994). Modernliğin Sonuçları. Çev. E. Kuşdil. İstanbul: Ayrıntı
Habermas, Jurgen (2002). Küreselleşme ve Millî Devletlerin Akîbeti. Çev. M. Beyaztaş, İstanbul: Bakış
Held, D.-McGrew, G.-Goldbatt, D.-Perraton, J. (1999). Global Transformations: Politics, Economics, and Cultur. Stanford: Stanford University Press
İnalcık, Halil. (1998). “Tarihsel Bağlamda Sivil Toplum ve Tarikatlar”. Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslâm. Ankara: Vadi
Keyman, E. Fuat-Sarıbay, A. Yaşar (1998). “Giriş: Küreselleşme, Siyaset ve Toplumsal Yaşam”. Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslâm. Ankara: Vadi
Lang, Michael (2006). “Globalization and Its History”. The Journal of Modern History, c. 78, ss. 899–931
Lechner, Frank J. (1989). “Cultural Aspects of the Modern World-System”. Religious Politics in Global and Comparative Perspective. Ed. W. H. Swatos. New York: Greenwood Press
Lewis, Bernard (2003). The Crisis of Islam, Holy War and Unholy Terror. New York: Modern Library
Mazrui, A. (1998). “Globalization: Homogenization or Hegemonization”. The American Journal of Islamic Social Science. c. 15. Sayı: 3
McGovern, Robert P. (2007). All American Why I Believe in Football, God, and War in Irak. New York: William Morrow
Mittelman, James H. (2000). The Globalization Syndrome Transformation and Resistance. Princeton: Princeton University Press
Okumuş, Ejder (2008). “Küresel Durum-Problemi, Evrensel Barış ve İslam”. Diyanet İlmi Dergi. 44/3 Temmuz-Ağustos-Eylül.
Okumuş, Ejder (2003). Toplumsal Değişme ve Din. İstanbul: İnsan
Okumuş, Ejder (2005). “Secularization and Religion”. Euro Agenda Avrupa Günlüğü. 4/6, ss. 335-356
Okumuş, Ejder (2006). “İslamî Dönem Harran’ında Bilginler Arasındaki İlişkilerin Toplumsal Boyutları”. I. Uluslararası Bilim, Din ve Felsefe Tarihinde Harran Okulu Sempozyumu, 28-30 Nisan 2006. Urfa
Ortaylı, İlber (2007). “Osmanlı Barışı”. Osmanlı Araştırmaları. http://www.os-ar.com/modules.php?name=Encyclopedia&op=content&tid=501590, 02 Ocak 2007
Robertson, Ronald (1999). Küreselleşme. Çev. Ü. H. Yolsal. Ankara: Bilim ve Sanat
Robertson, Ronald (1996). “Glokalleşme: Zaman-Mekan ve Homojenlik-Heterojenlik,” Postmodernizm ve İslam Küreselleşme ve Oryantalizm, Der. A. Topçuoğlu ve Y. Aktay, Ankara:Vadi, ss. 113-138
Robertson, Roland (2001). “Comments on the “Global Triad” and “Glocalization””.http://ww.kokugakuin.ac.ip/:jcc/wp/global/15robertson.html
Robertson, Roland (1987). “Globalization and Social Modernization: A Note on Japan and Japanese Religion”. Sociological Analysis. Sayı: 47
Roy, Olivier (1994). Siyasal İslam’ın İflası. Çev. C. Akalın, İstanbul: Metis
Smith, Huston (2001). Islam A Concise Introduction. New York: HarperSanFrancisco
Tomlinson, John (1999). Kültürel Emperyalizm. Çev. E. Zeybekoğlu. İstanbul: Ayrıntı
Turner, Bryan S. (2002). Oryantalizm, Postmodernizm ve Globalizm. Çev. İ. Kapaklıkaya. İstanbul: Anka
Waters, Malcolm (1996). Globalization. 2. bs. London-New York: Routledge

*Avrasya Hukuk Kurultayı Tebliğler Kitabı; s.478 (3-7 Eylül 2014, Saraybosna)