Pakistan’da Birlikte Yaşama Sorumluluğu Bakımından Dini Cemaat ve Gruplara Eleştirel Bir Bakış*

Prof. Dr. Abdulhamit Birışık / Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

ÖZET
İslam dini aslında insanların kendi yapı ve karakterlerine, ilgi alanlarına, eğilimlerine göre cemaatler oluşturmasına karşı çıkmaz. İslam’ın üzerinde durduğu en önemli nokta her ne ad ile olursa olsun bir cemaat veya grubun kendi varlığı için diğerlerini tehdit etmemesi veya onların yokluğu için çalışmamasıdır. İnsan fıtratı tek düze değildir, hatta bir hadis insanlardan ruhları itibariyle birbirine yakın olanlarının bir araya geleceği, ruhları uyuşmayan insanların da birbirinden uzaklaşacağını bildirir. Bu durum Müslümanların tamamının tek tipleştirilemeyeceğini de gösterir. Ancak bu İslâm toplumunun cemaatleşme ve gruplaşma adıyla kaos yaşaması, sürekli olarak birbirinin yokluğu ve felaketi için çalışması anlamına gelmez. Bu hangi isim ile olursa olsun tüm cemaat ve grupların ana ilkelerin gerçekleştirilmesi için birlikte hareket etme zorunluluğu bulunduğunu ortaya koyar. Zira İslâm’ın üzerine dayandığı en temel ilke tevhid/birlik ilkesidir.

Bu bildiri Türk dünyasının yüzyıllardan beri kendisi ile irtibatlı olduğunu düşündüğümüz ve Hindistan yarımadası ya da sonradan yaygınlaşan şekliyle Hint alt kıtası diye adlandırılan geniş coğrafyada yaşayan Müslümanları temsilen 1947 yılında kurulan Pakistan devleti içerisinde bulunan halkların birlikte yaşama becerisini ortaya koymak maksadıyla eleştirel bir gözle kaleme alınmıştır. Aslında bugün Pakistan içinde olmayan fakat Pakistan nüfusundan daha geniş bir Müslüman kitlenin Hindistan ve Bangladeş devletleri içinde yaşadığı bilinmektedir. Bu bildiri bazı yönleriyle onları da ilgilendirmekte ve onların problemlerine de temas etmektedir. 1947 öncesi birlikte olan Müslümanların mevcut bölünmüşlüğü de onların bugünkü problemlerinin bir parçasını oluşturan unsurlardan olduğu için konunun tarihi yönü de gözden uzak tutulmayacaktır.

A. GİRİŞ: HİNT ALT KITASININ KISA TARİHİ, TOPLUMSAL VE SİYASİ DURUMU

Hint alt kıtası tarih boyunca pek çok milletin ve büyük devlet adamının dikkatini çekmiştir. Hindistan yarımadasını ele geçirmek ve buradaki verimli arazilere sahip olmak ulaşılması gereken bir hedef olarak her zaman liderlerin hayallerini süslemiştir. Bu sebeple Hindistan muhtelif zamanlarda dışarıdan gelen unsurların egemenliğine girmiştir. Bölgeyi ele geçiren milletler gayeleri ve planları itibariyle şu gruplara ayrılmaktadır.

Bunlardan birincisi bölgeyi bir güç gösterisi olarak ele geçirmek ve geniş hâkimiyet alanına burayı da katmak için bölgeye gelenlerdir. Makedonyalı Büyük İskender ile Cengiz Han’ın kurduğu Moğol devleti bunlardandır. Ne var ki Moğollar Hindistan içlerine kadar gidememişlerdir. Britanya Krallığını da bu kategoriye sokmamız mümkündür.

İkinci grup ise tamamen dini bir amaçla yola çıkanlardır. Bunların başında Müslümanlar gelir. Müslümanların asıl gayesi bölgenin İslamlaşması ve dünyada gittikçe genişleyen İslam coğrafyasının bir parçası haline gelmesidir. Muhammed bin Kasım es-Sekafî komutasında bölgeye gelen Emevî İslam devleti güçlerinin bölgenin bir kısmını fethetmesi ve İslâm’ı bir daha ayrılmayacak bir biçimde bölgeye yerleştirmesi buna bir örnek olarak verilebilir.

Üçüncü grup bölgeyi fethetmek ama aynı zamanda burasını kendi milleti için bir yurt yapmak gayesiyle bölgeye gelmiştir. Gazneliler ve Babürlüler buna en iyi örnektir. Zira bunlar bölgenin gücünü ve imkânlarını daha da geliştirerek bölgeye bırakmışlar kendileri de son demlerine kadar burasının yerli halkı gibi yaşamışlardır. Ayrıca bunlar buraya Büyük İskender ve Batılılar gibi çok uzak bölgelerden değil komşu bir bölgeden gelmişlerdir. İngilizler ise ticaret yapmak maksadıyla buraya gelmiş ve gördükleri büyük zenginlikten azami ölçüde yararlanmak ve kendi hayat görüşlerini, din anlayışlarını ve yönetim biçimlerini bölgeye yerleştirmek için büyük çaba göstermişlerdir.

1. Hindistan Yarımadasının Milattan Önceki Tarihi

Hint alt kıtasında bugün var olan dini, ırkî, siyasi ve sosyal çeşitliği daha iyi tanıyabilmek ve anlayabilmek için konuyu biraz daha detaylandırmak uygun olacaktır. Milattan önce ve sonra birçok uygarlığa ev sahipliği yapan Hint alt kıtasında bilinen en büyük uygarlıklardan biri İndus Vadisi Medeniyetidir (MÖ 3000–1500, genişlemesi: MÖ 2600–1900). Bu medeniyetin gelişmiş safhası Harrapan medeniyeti olarak bilinir. MÖ 1800’lerde Asya’nın içlerinden gelen Hint-Avrupa Aryanlar (Indo-European Aryans) tarafından yıkılan Indus Medeniyeti yerine bundan da yararlanılarak Ganj Medeniyeti (Ganges Civilization) kuruldu ve 500 yıl kadar yaşadı (MÖ 1500-1000). Ganj Medeniyeti dönemi bölgenin dini inanışları ve sosyal gelenekleri açısından önemli değişimlerin meydana geldiği bir zaman dilimi oldu. Hinduizm bu dönemde hayat buldu, Hindu kutsal metinleri ile ilgili en önemli çalışmalar ve yapısal gelişmeler bu zamanda oldu.

Milâttan önce 518’de Pers Kralı I. Dara alt kıtanın bir bölümünde hâkimiyet kurdu ve bu hâkimiyet Makedonyalı Büyük İskender (MÖ 356-323) tarafından sona erdirilinceye kadar devam etti. Büyük İskender’in bölgeyi ele geçirmesi neticesinde ilk defa Avrupa’dan kalkan bir ordunun Hindistan’ın içlerine kadar varışına şahit olundu ve bu durum alt kıtadaki sosyo-kültürel ve demografik yapıya yeni bir renk kattı. Böylece bu tarihten sonra Avrupa kalıntısı bir nüfus bölgede -az veya çok zayıf veya güçlü- her zaman varlık göstermeye devam etti ve ayrıca bu ileride Avrupalıların alt kıtaya olan ilgilerinde önemli bir cesaret unsuru olarak kayda geçti. Şu anda Pakistan’ın Çin sınırına yakın bölgesinde ve Afganistan’ın bazı yerlerinde var olan Hazaraların (bunlar Kafirs diye de anılırlar) Büyük İskender’in Avrupa ordusunun bakiyesi olduğu ileri sürülmektedir. Milattan sonra bölgede çok sayıda küçük krallıklar ve yönetimler vücuda geldi ise de bunlar alt kıtanın tamamına hâkim olan bir devlet kuramadılar. Sadece Guptas Hanedanlığı bölgede belli bir başarı sağladı ve MS 350-540 yılları arasında 200 yıl kadar süren bir krallık kurdu. Bu krallık döneminde de dini ve toplumsal olarak önemli gelişmeler olduğu bilinmektedir.

2. İslâm ve Hint Alt Kıtasının Altın Çağı

İslâm’ın zuhurundan sonra 710-715 yıllarında bölgeyi fethe çıkan Emevi Devleti Ordu Kumandanı Muhammed b. Kasım es-Sekafi’nin fetihleri ile bölge yeni bir dini ve etnik yapı ile daha tanışmış oldu. Gerçi İslâm ordularının gelmesinden önce Müslüman Arap tüccarlar ve seyyahlar başta kıyı şeridi olmak üzere birçok bölgeye ulaşmışlar ve dini etkileşimi başlatmışlardı. İslâm ordusunun gelmesinden önce de birçok insan kişisel etkileşim sebebiyle İslâm’a girmişti. Emevilerle başlayan Arap İslâm hâkimiyeti zamanla zayıfladı bunun yerine X. yüzyılın sonlarında bölgeye akınlar düzenleyen ve bir süre sonra da alt kıtanın geniş bir bölümünü hâkimiyeti altına alan Gazneliler geldiler. İslâmî olarak Muhammed b. Kasım es-Sekafi’nin bölgeyi İslamlaştırma hedefini aynen sürdüren bu Türk hanedanı bölgenin İslamlaşmasında çok önemli bir rol oynadı. Bölgedeki dini eğitimin temelleri ve toplumsal kaynaşmanın esasları bu dönemde atıldı. Böylece bölgeye İslam’ın yeni yüzünü ve farklı yorumunu temsil eden Türk unsuru da katılmış oldu. Türkler resmi ve idari olarak 1857 yılına kadar bölgedeki varlıklarını sürdürdüler ve bu zamana kadar çok sayıda irili ufaklı devlet kurdular. En son olarak Sultan Bâbür Şah (ö. 1530) Hindistan’a gelerek buradaki çok başlılığı sona erdirdi ve üç yüz otuz iki yıl devam edecek olan Bâbürlüler (Batı dünyasının ısrarla yanlış olarak söylediği Moğollar) devletinin temellerini attı (1526-1857). Temelleri Gazneliler zamanında atılan ve gün geçtikçe ete kemiğe bürünen Urdu dili Babürlüler döneminde iyice gün yüzüne çıkmış ve 1600’lerde bir dil olarak rüştünü ispat etmiştir. Babürlü devletinin ilk yüz yılı içerisinde Urduca toplumda tüm kesimler arasında bir ortak dil (lingua franca) şeklini almış ve zamanla kültürel ve edebi ürünler de bu dilde verilmeye başlanmıştır. Babürlüler zamanında Orta Asya’dan göçler teşvik edilmiş ve çok sayıda üst düzey Türk aile buraya gelip yerleşmiştir. Babürlüler toplumda Hindulara ve diğer din mensuplarına çok iyi davranmış ve toplumda olabildiğince bir birliktelik ve ahenk vücuda getirilmiştir. Bâbürlü ordusunda çok sayıda Hindu, üst düzey askeri rütbelerle görev yapmaktaydı. Özellikle Ekber Şah döneminde başlatılan “sulh-u umûmî” sebebiyle toplumda çok büyük kültürel değişim yaşanmış ve her kesimin kendisini ifade etmesine imkân tanınmıştır. Hatta bu geniş hak ve hürriyetler özellikle Batılılar tarafından suiistimal edilmiş ve bu yolla devletin bekasına kasteden çalışmalar başlatmışlardır.

3. İngilizlerin Hint Alt Kıtasındaki Varlığı ve Toplumsal Yapının Bozulması

XV. ve XVI. yüzyıllarda Hint alt kıtasına ilgi duyan İngilizler, 1600 yılında Ekber Şah’tan elde ettikleri ticaret ruhsatı ile kurdukları East India Company adlı şirketi Britanya Krallığının dışarıdaki devlet mekanizması gibi kullandılar ve zamanla şirketi çok fazla güçlendirerek idari ve askeri imtiyazlar da elde ettiler. Bu imtiyazlardan yararlanarak 150 yıl içinde Babürlü devletini zayıflata zayıflata kendilerine tabi bir yapı haline getirdiler. 1857 yılında başlatılan büyük isyan ve kurtuluş savaşı Müslümanların ve Babürlü yönetiminin mağlubiyeti ile sonuçlanınca da İngilizler Bâbürlü hâkimiyetine resmen son verip Britanya Krallığı adına alt kıtaya hâkim olmuşlardır. İngilizlerin buraya hâkim olmasıyla bölge Büyük İskender’den takriben 2000 yıl sonra yeniden Batılı bir gücün egemenliğine girmiştir. İngilizler ise bir yandan misyonerliğe verdikleri destek ile öte yandan da uyguladıkları sinsi (!) politikalar ile alt kıtada toplumsal yapıya muhtelif yeni unsurlar ve renkler eklemişlerdir. Müslümanların, bölgede daha önce hiçbir zaman görülmeyen bir biçimde bölünmesi, kendilerini Müslüman olarak tanımlayan fakat genel kitle tarafından dışlanan bir takım sapkın/heretik yapıların oluşması, Hinduların kendi kimliklerini daha güçlü bir biçimde sahiplenmesi ve bunu Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır ortaya koyacak tarzda keskinleştirmesi, bu din içinde Arya Samaj gibi İslâm düşmanı bir takım mezheplerin türemesi hep İngiliz yönetimi zamanında olmuştur. İngiliz yöneticiler özellikle Hindu milliyetçiliğini desteklemişler ve ileride -ülkenin asıl sahipleri olarak gördükleri- Hinduların yönetimi üstlenmeleri için eğitilmeleri gerektiğini söylemişlerdir. Sihlerin, de bu dönemde iyice güçlendiği göze çarpmaktadır. Böylece zaten oldukça renkli ve hareketli olan toplum daha da hareketlenmiş oldu. Bu dönemde her türlü olumsuz yaklaşıma ve müdahaleye rağmen Müslümanların kendi kimliklerini ve dini yaşantılarını korumak için büyük çaba sarf ettiği gözlenmektedir. İngiliz yönetiminin ürünü olan bu son yapı toplumsal olarak çok büyük kırılmalar yaşamış ve daha önce görülmeyen bir biçimde bölünmüştür. İngilizler 1947 yılında resmen buradan çekilmişlerse de onların dizaynı olarak ortaya çıkan üç devlet sebebiyle bölgedeki sıkıntılar özellikle müslümanlar açısından devam etmektedir.

4. Hint Alt Kıtasının Demografik Yapısı ve Dini Durumu

Hint alt kıtasının demografik yapısına bakılacak olursa görülür ki dışarıdan gelip burasını kendisine yurt edinen %10-15 lik bir nüfus hariç tutulacak olursa geriye kalanlar bölgesel olarak büyük bir oranda birbirleri ile akraba kimselerdir. Mesela Pencâb bölgesinin yerli halkı Pencâbî olduğu halde bunlardan bir kısmı Hindu olarak kalırken geniş bir kitle de İslâm’ı kabul ederek Müslüman olmuştur. Buradaki diğer bir Pencâbî kitle Sih dinine girmiş, az bir Pencâbî grup da Hristiyan’lığı benimsemiştir. Pencâb bölgesinde başka dinlerden de az miktarda kimseler vardır. Hindistan’ın okyanusa sınır güney sahili için de durum benzer şekildedir. Yani aynı ırka mensup kişiler kendi aralarında din temelli olarak bölünmüşlerdir. Bu bize Hindistan’daki ayrışmanın çok farklı bir tarzda olduğunu göstermektedir. Buradan bakıldığında Hint toplumunun ırk temelli olarak birbirine düşman olması aslında çok uzak bir ihtimal olmalıdır. Ancak Britanya Krallığının körüklediği dine dayalı ayrışma düşüncesi akraba olan insanlar arasındaki ayrımı keskinleştirmiş ve toplum kendi içerisinde büyük bölünmeler yaşamıştır.

B. HİNT ALT KITASINDA ETNİK MÜSLÜMAN KİMLİKLERİ VE ŞİİLER

Biraz da Müslümanlar halkın kendi arasındaki farklı yapılanmaya bakalım. Hint alt kıtasına İslâm’ın girişinden sonra zamanla bölgedeki Müslüman nüfus artarak çeşitlendi. İlk dönemde buraya Hicaz bölgesinden azımsanamayacak sayıda kişi gelerek yerleşti. Halen bölgede bulunan ve bugün bile Eşrefler (Ashrafs), Seyyidler (Sayyids), Şerifler (Sharifs) gibi isimlerle çağrılan ailelerin büyük bir kısmı Arabistan yarımadasından gelip buraya yerleşen kimselerin soyundan gelmektedir. Bölgede etkin olan dini liderlerin ve bazı etkin ailelerin şeceresi incelendiğinde Ensârî, Kure(y)şî, Hâşimî, Fârukî, Sıddîkî, Osmânî, Seyyid gibi nisbe ve unvanların bolca kullanıldığı ve bunların kendilerini Araplar’a ve sahabe nesline dayandırdıkları görülür. Bugün bunların Hint alt kıtasındaki sayılarının 15 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir.

X. asrın sonlarından itibaren bölgeye Orta Asya’dan göçler başlamış ve bu zamanla artarak devam etmiştir. Büyük bir kısmı Türk olan bu gruplar buraya gerleşmek maksadıyla kalıcı olarak gelmişlerdir. Bölgeye Orta Asya türklerinden bazı grupların milattan önce de geldiği bilinmekle birlikte bunlar büyük oranda yerli unsurlara uyum sağlayarak asimile olmuşlardır. Böyle olunca X. yüzyılın sonundan itibaren bölgede Orta Asya’dan gelen dini düşünce ve anlayış etkin olmaya başlamıştır. Özellikle XIII-XVII. yüzyıllarda bölgede yönetimden askeri hiyerarşiye, dini ilimlerden sanata kadar pek çok alanda Orta Asya kökenli ailelerin etkisi kendisini göstermiştir. Bunda başta Buhara, Semerkant, Taşkent, Merv, Hive, Belh gibi şehirlerin o dönemde Basra, Bağdat ve Şam ile boy ölçüşecek tarzda İslâmî ilimlerde ilerlemiş olmasının ve buralarda bulunan medreselerde çok sayıda âlimin yetişmesinin büyük rolü vardır. Ayrıca tasavvufi düşünce Orta Asya’da daha fazla gelişme imkânı bulmuş, burada yetişen mutasavvıflar dini yayma ve toplumun İslâmlaştırılması çalışmalarında Hint alt kıtasını faaliyet merkezi kabul ederek buralara gelmişlerdir. Data Genc Bahş Hucvîrî, Hoca Muinüddin Çişti, Bahaeddin Zekeriyya Mültânî, Nizameddin Evliya, İmam-ı Rabbânî gibi meşhur zevâtın adının anılması zaten konunun çerçevesini ortaya koymaktadır. Bunlar alt kıtadaki İslâm toplumunun tasavvufi bir karaktere ve anlayışa sahip olmasında çok etkin olmuşlardır. Hatta alt kıtada bir dönem herhangi bir tasavvufi yapılanma içinde olunmadan Müslüman olunamayacağı gibi bir düşünce bile ortaya çıkmıştır. Tasavvufi akımların etkisi sadece Müslümanlar üzerinde olmamıştır, Hindular ve diğer din mensupları da mutasavvıfların kişiliklerinden ve faaliyetlerinden müspet olarak etkilenmişlerdir.

Bu arada merkezi Irak olan Şiiliğin önce İran’da ardından da Horasan ve Orta Asya’daki halklar özellikle de Türkler arasında yayılmaya başlaması ile Şiilik Hint alt kıtasında da etkisini göstermeye başlamıştır. Zaten Sultan Bâbür’ün Hindistan’a sefer düzenlediği ardından Humâyun’un yönetimi üstlendiği zamanlarda Şah İsmâil (I. İsmail: 1487-1524) ve takipçilerinin temsil ettiği Şiilik (Kızılbaşlık) İran’dan sonra Belucistan ve Sind bölgesinden başlamak üzere Hint alt kıtasında da etkili olmaya başlamıştır. Bunun dışında İmam Cafer es-Sadık’ın oğluna nisbetle adlandırılan İsmaililik de bölgede kendine yer edinen mezheplerden biridir. Özellikle Leknev, Bombay şehirlerinde çok etkili olmuşlar bir süre devletçikler kurmuşlardır.

Bölgede Orta Asya Türklerinin etkisi ile genellikle Hanefi mezhebinin etkin olduğu görülmektedir. O dönemde az miktarda bulunan Şafii mezhebi mensupları ise daha çok Hint Okyanusu kıyılarında yaşayan yerlilerdi. Zira bunlar İslâm’ı, bölgeye ticaret maksadıyla gelen Araplar’dan öğrenmişlerdi. Özetle söylemek gerekirse Hint alt kıtasında İslâm, Ehl-i Sünnet ve Şia olarak iki kısımda kendisini gösteriyordu. Her iki kesim içerisinde de tasavvufun etkisi bulunmaktaydı. Gulât-ı Şia denilen kesim ise bölgede çok güçlü değildi. Böyle olunca özellikle 1700’lere kadar bölgede İslâm’ın daha net çizgiler ile birbirinden ayrılan yapılar tarafından temsil edildiğini söylemek mümkündür.

C. İNGİLİZ DESTEKLİ HRİSTİYAN MİSYONERLİĞİ VE İSLAM TOPLUMUNA ETKİSİ

Britanya Krallığı adına ticari faaliyet göstermek için kurulan East India Company adlı şirketin sürekli olarak hedef yenilediği ve sonuca aşama aşama ulaşmaya çalıştığı sonraki faaliyetlerinden anlaşılmıştır. Önceleri bölgede maddi ve idari olarak güçlenmeye ve kendisine bir yer edinmeye önem veren şirket, özellikle Bâbürlü Hükümdarı Evrengzîb lemgir’in 1707’deki ölümünden sonra başlayan taht kavgaları ve devletin giderek zayıflamasından yararlanarak daha da güçlenmeye, idari ve askeri bir güç olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Önceleri kendi menfaatlerini korumak için kurdukları küçük çaplı orduyu geliştirmiş ve kurdukları ittifaklarla hem Babürlü devleti hem de diğer beyliklerden, racalıklardan ve nevvaplıklardan kendilerine muhalif olanlar zayıflatılmıştır. Ekber Şah zamanında başlayan misyonerlek faaliyetleri de kısa zamanda güç kazanmıştır. Özellikle Ekber Şâh’ın Cizvit (Jesuit/ The Society of Jesus) misyonerlerine destek vermesi ve faaliyetlerini yürütmeleri için imtiyazlar tanıması hatta oğlu Cihangir’in eğitimini onların ellerine teslim etmesi ve saraya onlardan bir kısmını danışman olarak alması Batılılar için ciddi bir lojistik ve istihbari bilgi kaynağı olmuştur. Cihangir Han’ın içkiye ve kadına düşkünlüğünde ona yakın olan Batılıların büyük rolünün olduğunu tarih kitapları yazmaktadır. Batı’da Protestanlığın güçlenmesi sebebiyle 1620’lerden itibaren Protestanlar alt kıtaya gelmeye başlamıştır. İngiliz Doğu Hint Şirketi’nin başlangıçta siyaseten misyonerlik cemiyetlerine uzak durduğu ancak 18. yüzyılın son çeyreğinden başlamak üzere biraz yumuşama gösterdiği, 1813 yılında çıkarılan “İmtiyaz Yenileme Sözleşmesi”nden (Charter Renewal Act) sonra ise misyonerliği açıktan desteklediği görülmektedir.

Misyonerler genelde Hint özelde de Hint İslâm toplumunu derinden etkilemiştir. Zira ellerindeki mali güçle ülkenin hemen her tarafında okullar, matbaalar, yayınevleri, yetimhaneler, hastaneler, araştırma merkezleri açmışlar ve Müslüman din ve ilim adamları ile yazılı ve sözlü münazaralara girmişlerdir. Misyonerler tarafından ücretsiz veya cüzi bir ücretle dağıtılan mahalli dillerde yazılmış kitaplar ve İncil çevirileri okumuş kesimde mahiyeti itibariyle birden fazla tepkinin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bunun tabii bir sonucu olarak İslâm toplumu içten içe sarsıntılar yaşamaya başlamıştır. Yapılan tartışmaların galibinin kim olduğuna bakılmaksızın bu faaliyetler sürdürülmüş böylece bir bakıma Müslümanlar bölgelere göre tanınmaya ve bilinmeye çalışılmıştır. İngilizler şirket olarak genellikle ilk ve orta eğitim ile ilgilenmemiş, bu alanlar daha çok misyonerlik cemiyetlerine bırakılmıştır. Batı dünyasının itibarlı üniversitelerinde açılan fakültelerde ve merkezlerde İslâm ile ilgili eğitim alan ve kendilerine propaganda için yetiştiren misyonerler bir kısmı Hindulardan bir kısmı da Müslümanlardan olmak üzere az sayıda yetişmiş insanı da Hıristiyanlığa geçirmişler ve bunlar yardımıyla kaleyi içten fethetme çabasına girmişlerdir. Ancak 1854 tarihli Agra Münazarası misyonerler ve İngilizler cephesinde büyük bir şok yaşatmıştır. Rahmetullah Hindi (1818-1890) ile arkadaşı Dr. Vezir Han’ın, Carl (Karl) Gottlieb Pfander (1803-1865) ve arkadaşı Thomas Valpy French (1825-1891) karşısında münazaradan galip çıkması alt kıtadaki Hrıstiyanlık-İslam ilişkilerinde belirleyici bir rol oynamıştır. Bu tarihten önce İslâm’a, Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e (s.a.) bakıştaki aşırılık ve kabalık değişmeye başlamış ve bunun yerini daha ılımlı ve ilmi bir üslup almıştır. Bununla adeta Müslümanların yenilmişliklerinin kitaplarından ve dinlerinden kaynaklanmadığı teyit edilmiş oldu. Müslümanların dini konularda Hristiyan ilim adamlarına karşı koyacak hatta onları mağlup edecek duruma gelmesi Batılı politika yapıcıları (policy makers) daha ince ve rafine çözümler üretme ve İslâm toplumunu yönetmek için daha etkili adımlar atma noktasına taşımıştır. Bu konuda bulunan en iyi yöntem daha önce binlerce defa denenmiş olan “böl-parçala-yönet” taktiği olmuştur. Bu taktik ve strateji bakımından Hindistan özelinde değişen şey sadece bu yöntemi Hindistan’a uygun bir hale getirmek olmuştur.

D. İNGİLİZ YÖNETİMİ SONRASINDA HİNT-İSL M TOPLUMUNUN CEMAAT VE FIRKALARA BÖLÜNMESİ

İngilizlerin Hint alt kıtasını fiilen ve resmen ele geçirmesinden sonra Hint İslâm toplumunda çok ciddi çatlaklar meydana gelmiş ve büyük değişimler yaşanmıştır. Müslümanlar 1857 yılı sonrasından başlayıp 1947’ye kadar, kimlik ve kişiliklerini, dini anlayışlarını ve değerlerini korumak adına ciddi çabalar göstermişler ama maalesef çok sayıda gruba bölünmekten de kurtulamamışlardır. Belli bir kırılganlığa sahip olan bölgedeki bu bölünmüşlükte İngiliz yönetiminin bazen doğrudan bazen da dolaylı bir etkisinin olduğu çok açıktır.

Hakimlik görevi yapmakta iken meydana gelen 1857 olaylarında zaman zaman ortada duran, zaman zaman da İngilizlerin yanında yer alan Seyyid Ahmed Han’ın (ö. 1898) bu tavrı karşılıksız kalmamıştır. S. Ahmed Han’a destek çıkıp Mohammedan Anglo Oriental College (Aligarh College/Aligarh Muslim University) adıyla Batı tarzında bir eğitim kurumu açılmasına (1875) ve ona bağlı başka müesseseler oluşturulmasına önayak olan İngilizler bu sayede geleneksel yapıyı etkilemeyi başarmışlar ve Müslümanların kendi içlerinde fikren ve fiilen parçalanmalarına zemin hazırlamışlardır. Seyyid Ahmed Han’ın 1858 yılından itibaren kurduğu eğitim ve araştırma kurumlarında yetişip Seyyid Ahmed Han’ın dini düşüncesini benimseyenler toplumda etkin görevlere getirilmiştir. Onun yenilikçi (modernist) düşüncelerini benimseyenler sonradan Cemaat-i Ehli’z-Zikr ve’l-Kur’ân (el-Kur’âniyyûn/Kur’ancılar) adıyla fiili bir yapılanmaya da gitmiş ve Kur’ân dışında hiçbir dini otorite ve kaynak tanımayan bir cemaat oluşturmuşlardır (1902).

Seyyid Ahmed Han’ın başını çektiği bu yenilikçi ve Batıcı hareket bölgedeki kırılmaların en belirleyici unsuru olmuştur. Dönemin şartlarına göre çok iyi bir gelişme ve çağa ayak uydurma olarak gösterilmeye çalışılan bu değişim toplumsal yapıdaki harekete hazır unsurları ve kırılma noktalarını öylesine tetiklemiştir ki aradan 10-15 yıl geçmeden -bize göre- büyük bir kısmı bu hareketten etkilenen yapılar ortaya çıkmıştır. Maalesef Aligarh hareketini inceleyen sosyal tarihçiler konuya bu açıdan yaklaşmamak için kendilerini zorlamaktadırlar. İngiliz yönetiminin bu hareket içinde yer alan İslâmî rengi ve İslâmî unsurları umursamaksızın bu hareketi ve bu harekete omuz veren diğer kişileri sürekli desteklemesi bu sebepledir. Mesela Muhsinü’l-Mülk, Çerâğ Ali, Diptî Nezir Ahmed Dihlevî ve Seyyid Emir Ali gibi zevat dini alanda yazdıklarına bakılmaksızın İngiliz yönetimince hep desteklenmiştir. İngilizlerin bölgeye hâkim olmasından sonra oluşan diğer cemaat ve fırka yapılanmalarına topluca bakacak olursak değişimin boyutlarını daha iyi anlamış ve ortaya koymuş oluruz.

İngilizlerden sonra oluşan cemaatler arasında hem kuruluş tarihi hem de topluma etkisi ve katkısı bakımından en önde gelen gelen geleneksel yapı Diyebendî Ekolü hareketidir. 1866 yılında Diyobend kasabasında bir medrese açan bir grup âlim, toplumdan gördüğü ilgi ve elde ettiği destek sayesinde kısa zamanda faaliyetlerini genişletmişler ve bölgenin en düzenli ve etkili eğitim ve ilim kurumlarını vücuda getirmişlerdir. Sonradan Dârülulûm-i Diyobend’e nisbetle Diyobendî cemaati adını alan bu yapılanma bölgenin dini ve ilmi olarak bakıldığında en etkili dini grubu olarak karşımıza çıkmaktadır. Diyobendîler Hanefiliğe sıkı sıkıya bağlı olup tasavvufi yapılanmaya ve tarikatlara açıktırlar. Bu özellikleriyle hareket geleneksel İslâmî anlayışın temsilcisi sayılır. Türk Kurtuluş savaşında Osmanlı’ya ve yeni Türkiye Devleti’ne maddi ve manevi en büyük desteği veren de bu cemaat mensupları ve teşkilatlarıdır. Birçok gruba bölünen ve bazı kolları Pakistan ile Afganistan’daki cihâdî faaliyetlerde de etkin olan cemaat günümüzde Pakistan’da, Bangladeş’te, Hindistan’da ve Avrupa ülkelerinde teşkilatlanmıştır. Kontrol ettikleri toplam medrese sayısı 8000 kadardır.

Temelleri 1857 öncesine gitmekle birlikte Seyyid Nezir Hüseyin Dihlevî (1805-1902) ve Sıddık Hasan Han Kannûcî’nin (1832-1890) çabaları ile bir cemaat şeklini alan Hindistan Ehl-i Hadis ekolü bölgenin selefi düşünceyi savunan en etkili hareketlerindendir. Bu hareketin varlığı hadisleri ve sünneti dışlayan Ehl-i Kur’an ile aralarında tabii bir husumetin olmasına; kendileri fıkhi mezhepleri ve tasavvufi yapılanmaları reddettikleri içen bunları kabullenen ve savunan dini hareketler ile de çatışmaya girmelerini kaçınılmaz kılmıştır. Ehl-i Hadis ekolü mensupları kurmuş oldukları çeşitli organizasyonlar ile daha çok Pakistan’da nispeten ikinci ve üçüncü derecede ise Hindistan ve Bangladeş’te etkindir. Bu cemaatin bazı kolları Suudi Arabistan devleti ile iyi ilişkiler kurmuş ve Vahhâbîlerin Hint alt kıtasında yapmak istedikleri faaliyetlerde onlara yardımcı olmuşlardır. Suudiler de mali olarak bu grupları desteklemektedir.

Ahmed Rıza Han Birelvî’nin (1856-1921) etkili şahsiyeti etrafında bir araya gelen kişiler ise sonradan adına Birelviyye (Cemaat-i Ehl-i Sünnet) denilen cemaati meydana getirmişlerdir (1904). Bazı tali derecedeki dini konularda işi tekfire götürecek derecede aşırılık gösteren bu grubun ortaya çıkması Hint İslâm toplumun çok ciddi bir yara almasına ve pek çok alanda dini ve fikri çatışmanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Günümüze kadar Ahmed Rıza Han’ın düşünceleri cemaatte belirleyici olmuş ise de cemaat bazı etkin kişilikler çevresinde yeni gruplara bölünmüştür. Bugün Pakistan siyasetinde etkin olan ve hükümetleri iş yapamayacak halde bloke eden Prof.Dr. Tâhirü’l-Kâdiri’nin Pakistan Awamî Tahrîk adlı partisi bu cemaate mensuptur. 1998 yılında vefat eden Pir Kerem Şah Ezherî de bu cemaatin ılımlı kesimini temsil eden başka bir grup meydana getirmiştir. Kendilerini Cemaat-i Ehl-i Sünnet olarak sunan Birelvîler, Hanefiliğe ve tasavvufa sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ancak gerek tasavvufi anlayışta gerekse bazı kelâmî konuların yorumunda ve sunumunda aşırılık gösterirler ve kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir ederler. En büyük kavgaları Hanefîlik ve tasavvuf gibi ana konularda kendileri ile aynı çizgide olan Diyobendî cemaati iledir. Tali konuların yorumuna dayanan ve Birelvîler tarafından başlatılan kavga zaman zaman fikri tartışma boyutunu aşıp arbede ve saldırı boyutuna taşınır. Halk desteği ve siyasete etkisi bakımından Pakistan’ın en güçlü yapısı olarak Birelvî cemaatini görmek mümkündür.

Muhtelif fikirleri birleştirmek için kurulan Nedvetü’l-ulema ise zamanla ayrı bir grup ve cemaat olmuştur. Seyyid Süleyman Nedvî, Ebü’l-Hasen Ali Nedvî, Muhammed Rabi Nedvî, Seyyid Selmân Nedvî gibi âlimler yetiştiren hareketin günümüz Pakistan’ı üzerinde fikri tesiri olsa da fiilen herhangi bir tesiri bulunmamaktadır. Bugün hareketin tüm kurumları Hindistan’dadır. Tebliğ Cemaati fikrî olarak kendisini Diyobedî hareketine ve Nedvetü’l-Ulemâ’ya dayandırır. Ancak tebliğ cemaati şiddetten uzak durmaya ve siyaset ile arasına mesafe koymaya özen gösterdiği için hiçbir bölgede fiili tartışmaların faili ve müsebbibi olmamıştır. Hareketin fikrî ayrışmalara etkisi olsa da fiili ayrışmalarda ve kırılmalarda rolü bulunmamaktadır.

Pakistan’daki en etkin yapılardan biri de Ebü’l-A’lâ Mevdûdî’nin çok sayıda entelektüel ile birlikte 1941 yılında kurduğu Cemaat-i İslâmî’dir. Bir dini eğitim ve dayanışma hareketi olarak resmi kuruluşu Pakistan’ın kuruluşu öncesine rastlasa da asıl varlığını 1947’den sonra Pakistan devleti içerisinde ortaya koymuştur. Cemaat şiddete başvurmayı, başka cemaat ve gruplarla kavgaya girmeyi ve toplumda ihtilaf konuları ve çatışma zeminleri açmayı hoş karşılamaz. Cemaatin fikir babası, şekillendiricisi ve lideri Mevdûdî’dir. Mevdûdî’nin düşünceleri İslâm dünyasının bazı bölgelerinde Radikal İslamcıların en temel dayanakları ve sloganlarının asıl kaynaklarında biri olmuş ise de Pakistan’da durum farklıdır. Cemaati günümüze kadar sergilediği tavır itibariyle gerek fikren gerekse fiilen orta yerde duran mutedil bir hareket olarak tanımlamak mümkündür. Sadece Afgan cihadı yıllarında Cemaatin o dönemdeki emiri Kadı Hüseyin Ahmed’in zaman zaman keskin söylemler ortaya koyduğu görülmüş ise de bu söylem üzerinde ısrarcı olunmamıştır. Bu, Kadı Hüseyin Ahmed’in Peştu kimliğine dayanan ırkî bir söylem değişimi olduğundan dolayı hem Cemaat mensupları hem de diğer kesimler tarafından Cemaat’in asıl fikri olarak görülmemiştir. Cemaat-i İslâmî siyasi ve sosyal olarak Pakistan, Hindistan, Bangladeş ve Avrupa ülkelerinde etkindir. Ancak seçimlerde bu etkinin büyük yansımaları görülmez. Bangladeş yönetiminin Cemaat mensupları üzerinde bir baskı kurmaya ve sindirme hareketine giriştiği bilinmektedir.

Şiiler ve Kâdiyânîler de günümüz Pakistan’ı, Hindistan’ı ve Bangladeş’inde çeşitli siyasi, dini ve sosyal yapılanmalara sahip olsalar ve siyasi faaliyetler içerisinde boy gösterseler de oranları düşük olduğu için belirleyici değildirler. Ancak yine de toplumsal barış ve birlikte yaşama kültürü bakımından göz ardı edilememeleri gerekir. İran ile dirsek teması içinde bulunan Oniki İmamcı Şiiler (İsnâ Aşeriyye) arasında mutedil gruplar olduğu gibi silahlı gruplar da bulunmaktadır. Pakistan’da zaman zaman ortaya çıkan Sünnî karşıtı şiddet olayları bu Şiiler tarafından yapılmaktadır. Aga Han grubu olarak bilinen İsmâili Şiiler ise Batılı güçler ile dirsek teması kurarak ülkeyi daha derinden etkilemeye ve mevcut yapıyı kendi lehlerine kullanmaya çalışmaktadırlar. Bunlar özellikle dışlanmış (!) gördükleri bazı küçük grupları kendilerine çekmek ve kullanmak için mali imkânlarını seferber etmektedirler. Günümüz Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’inde yeni yeni grupların oluştuğu ya da mevcut grupların buralarda yeni yapılanmalar oluşturduğu ve eğitim kurumları açtığı görülür. Bunlar başta Avrupa ülkeleri, Kanada, Avusturalya, Amerika ve Güney Afrika olmak üzere başka yerlerde de örgütlenmeye çaba göstermektedirler.

Aralarında organik bir bağ olmasa da yerli İngiliz okullarında ve misyonerlik kuruluşlarında eğitim alan daha sonra Birleşik Krallıktaki üniversitelerde lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimi gören Pakistanlı ve Hindistanlı Müslümanlar da ayrı bir grup gibi telakki edilebilir. Zira bunlardan bir kısmı içten içe Batıcılık düşüncelerini yerleştirmeye ve Batı toplumunu idealize etmeye koyulmuşlardır. Bir başka önemli değişiklik İngiliz yönetiminin teşvikleri ve yönlendirmesiyle az miktarda Müslümanın yeniden geldikleri kaynak olan Hinduizm’e dönmesidir. Bunlar bazı bölgelerde sayı itibariyle bir hayli fazla iken bazı bölgelerde çok çok sınırlı kalmıştır.

Yukarıda arz ettiğim değişimler ister istemez dini edebiyata da yansımış ve her fırka ve meşrep İslâm’ı kendi gözlüğü ile görmeye ve yorumlamaya başkalarının gözlüğü ile görülen ve yorumlanan İslâm’ın gerçek İslam olamayacağını iddia etmeye başlamıştır. İngiliz yönetiminin açık desteği ile varlık sahasına çıktığı anlaşılan Kâdiyanilik gibi mezhepler (sonradan İslâm dışı ilan edilmiş olsa bile) toplum için tam anlamıyla bir kaos ve çalkantı sebebi olmuştur. Bunlar tarafından vücuda getirilen literatür ise yine sıkıntı kaynaklarından birisi olarak Müslümanların karşısına çıkmıştır.

E. PAKİSTAN’da DİNİ CEMAATLERİN ORTAYA ÇIKARDIĞI PROBLEMLER VE BUNLARIN ÇÖZÜMÜNE DAİR ÖNERİLER

Pakistan’daki mevcut problemleri iyi görmek ve doğru reçeteler ile çözebilmek için kesinlikle bu problemleri oluşturan sebepleri doğru tanımaya ve doğru analiz etmeye ihtiyaç vardır. Aslında tarih boyunca birlikte yaşamanın en iyi örneklerini veren Hint alt kıtası insanları ne olmuş da bugünkü durumuna düşmüşlerdi. Bizce bunun en temel nedeni Batı dünyasının bölgede uyguladığı yanlı ve ayrıştırıcı politikalardır. Bu politikalar belli önemli ayrıştırmalar vücuda getirerek belli kimlikleri iyice sivriltmiş ise de bu durum her taraftaki geniş halk kitlelerinin huzurunu kaçırmıştır. İngilizlerin bölgede hâkim güç haline gelmesinden önce orta derecede etkinliği olan Hindular koca alt kıtanın en geniş topraklarına vâris kılınmış ve dominant bir kimlik haline getirilmiştir. Sihler küçük bir grup iken iyice sivriltilmiş ve yeni Hindistan’da Hindular karşısında belirleyici bir role sahip olmuşlardır (Bir Sih siyasetçinin Başbakan olabilmesi daha önce tahayyül edilen bir şey değilken bugün bu mümkün kılınmıştır). Bin küsur yıl bölgeyi yöneten ve Hint alt kıtasında neredeyse %40’lık bir nüfusu oluşturan (mevcut Hindistan’da %13-17 oranında) Müslümanlar sürekli olarak zayıflatılmış ve pasifize edilmiştir. 1947 sonrasında ise Müslümanların Hindistan’daki varlıkları ve yaşamaları bir lütuf olarak sunulmuş etkin pozisyonlardan sürekli uzak tutulmuşlardır. Ayrıca Haydarabad Nizamlığı ve Keşmir İngiliz yönetimi zamanında bile otonom iken yeni Hindistan’ın 1947 sonrasında buraları ilhak etmesine göz yumulmuş ve buraların Hinduların midesinde yavaş yavaş sindirilmeleri uzaktan seyredilmiştir.

Pakistan’a gelince; bugün burada var olan aşırılıklarda Britanya Krallığının 1947 öncesi uyguladığı yanlı ve ayrıştırıcı politikaların çok ciddi tesirleri olduğunu söylemek için derin bir tarih ve siyaset bilgisine ihtiyaç yoktur. Bu hususu biraz açmak ve Pakistan’ın mevcut durumuna dair bazı değerlendirmelerde bulunmak yararlı olacaktır. Pakistan, İslâm adıyla ve sırf İslâm için kurulmuş bir devlet olmalıyken ve baştan itibaren mücadele bu çerçevede verilmişken fiili kurucular devletin bir İslâm devleti olması noktasında istekli görünmemiş, Pakistan coğrafyasının daha çok içinde Müslümanların yaşadığı bir devlet olması yönünde çaba sarf etmişlerdir. Kayıtlara devleti kuran kişi olarak geçen Muhammed Ali Cinnah’ın (ö. 1948) dini bir kimliğinin bulunmaması, dini vecibeleri yerine getirme bakımından bir hayli gevşek olan Şii bir aileden gelmesi, ilk hükümet içinde Kâdiyânîlerin ve Batıcı kişilerin etkin pozisyonlarda bulunması gibi durumlar da bu bakışı destekleyen göstergeler olmuştur. Bu fiili durum bazı dindar kesimlerce yıllardır kendilerine karşı mücadele verdikleri İngilizlerin yönetimden çekilmesini önemli kılacak bir gelişme olarak görülmemiş ve düşünülmemiştir. Ayrıca özellikle anayasa çalışmaları esnasında devletin yapılanmasının dini dışlama temeli üzerine kurulması için bazı çabaların bulunması belli bir zaman sonra kendilerine ait bir etki alanı olan cemaat ve grupları harekete geçirmiştir. Böylece bu gruplar toplumda din adına bir şeyler söylemek ve yapmak için kendilerine meşru bir zemin bulmuş ve artık önü alınamaz bir güç ve meşruiyet kazanmışlardır. Adeta bu cemaat ve gruplar durumu “bizim varlığımız Pakistan’da dinin yaşaması için birer garanti ve sigortadır” gibi görmeye başlamışlar ve durumdan vazife çıkarmışlardır. Aslında tuzak olan bu bakış tabii şartlar içerisinde bakıldığında normal bir refleks olarak görülebilir. Hâlbuki devlet kurulurken kurucu ekip tam olarak din ile iç içe olmasa bile dini cemaat ve yapılara devletin hukuki ve idari yapısını oluşturmak için makul bir söz hakkı ve katkı sağlama hürriyeti verilmiş olsaydı, İslâmî anlayışların yönetime yansıtılması için azami gayret gösterilseydi ayrışma ve ayrışma temeli üzerine büyüme arzusu bir dereceye kadar engellenmiş olacaktı. Durum böyle olmayınca hatta bu cemaatlerin dışarıda tutulması için özel bir çaba sarf edilmeye başlanınca bünye kendisini koruma ve varlık sebebini savunma için güçlenme yolunu tutmuştur. Bundan sonra cemaatler ve gruplar daha güçlü ve etkin hale gelmek adına diğer grup ve cemaatlere saldırma, onları zayıflatma hatta tekfir ederek saf dışı bırakma gibi bir çabaya da girmişlerdir. Bu ise ülkedeki kargaşa ve kaosun fitilini ateşlemiştir.

Cemaatlerin önceden olduğu gibi geleneksel eğitim kurumları olan medreseleri bir can simidi olarak görüp bunları yaygınlaştırma için çaba göstermesi onları saha dışına itmenin ikinci aşaması olmuştur. Bir bakıma bu cemaatler farkında olmayarak kendilerini saha dışına itmişlerdir. İngiliz yönetimi zamanında İngilizce eğitime ve Batı tarzı okullara karşı olan medreseler kendi dar anlayışlarına göre eğitim faaliyeti içerisinde bulundukları ve İngiliz bürokrasisini ele geçirecek bir hamle yapmadıkları için devlet yönetimini ve bürokrasiyi Hindulara, Sihlere ve bazı Batıcı Müslümanlara terk edip saha dışında kalmışlarsa bu defa kendi ülkelerinde radikalleşerek ve yeniden medrese tuzağına düşerek devleti Batı tarzı eğitim alanların yönetimine bırakmışlardır. Bu kısır döngü öylesine aldatıcı olmuştur ki her bir kesim durumundan memnun gözükmüştür. Hâlbuki Batı dünyasının tam da istediği bu olmuştur. Yani devleti yönetenler dinden uzak kişiler olurken dindar kişiler devlet yönetiminden uzakta kalmışlardır. Bunun bazı istisnaları olmuş, Mevdûdî hareketi içerisinde yer alanlardan bazıları dindarlıklarından taviz vermeden Batı tarzı modern eğitim almış ve devlet yönetiminde söz sahibi olmuşlarsa da oran çok düşük kalmıştır. Seyyid Ahmed Han’ın başlattığı çizgide devam eden cemaat ve gruplar ise devlet yapılanmasında daha avantajlı pozisyonlara gelmişlerdir. Bugün toplam nüfus içerisindeki oranları çok çok az olan Kâdiyâni, İsmâilî, Şiî ve Batıcı kimselerin bürokraside çok yüksek oranda temsil edilmesi klasik anlamda Ehl-sünneti temsil eden cemaat ve grupların aymazlığın sonucudur.

Günümüz Pakistan’ında cemaat ve gruplardan her biri gücü oranında ve eline fırsat geçtikçe devleti bir tarafa çekmeye çalışmaktadır. Ancak seçimlerde hep birlikte toplam olarak %10-15 ten fazla bir oy alamayan bu cemaatlerin bürokrasiye ve devlet yönetimine bütünüyle sirayet etmesi ve devleti doğru hedeflere yönlendirmeleri mümkün görünmemektedir. Siyasete hâkim olan “laik” unsurlar dini kimlik ve kişiliği olan bazı kişileri “süs” kabilinden bazı görevlere getirerek adeta bu grupların gazını almaktadır. Ancak bunlara ciddi manada hiçbir yetki ve salahiyet verilmemektedir. Ayrıca genel halk kitleleri siyasette yer alan ve adına “mölvi (mevlevi)” dedikleri bu sözüm ona din bilginlerine güvenmemekte hatta bunları diğer kimselerden daha tehlikeli görmektedirler. Bunun en temel nedeni bunlardan bazısının silik ve kaypak kişiliğe sahip olması, diğerlerinin menfaatler karşılığında ülke için problem teşkil eden Taliban gibi unsurları ortaya çıkarması, bir başkalarının Suudi Vahhabiler ile kolkola hareket etmesi, diğerlerinin tekfirci ve ayrıştırıcı politikaları savunması, bir başka mölvi grubunun toprak ağalarının borazanlığını yapması gibi sayılamayacak derecede “ayıplı” olmalarıdır.

Pakistan’da cemaatlerin yeniden bir muhasebe yapmaya ve bu ülkeyi hak ettiği yere getirmek için politikalar üretmeye ihtiyacı vardır. Yapılmak istenenin “böl-parçala-yönet (veya yut)” politikası olduğu görülmeli ve ayrıştırıcı ve kamplara bölücü politikalardan uzak durulmalıdır. Bu noktada zaman zaman çaba sarf edilmiş ve birliktelikler kurulmuş ise de halk bu birlikteliklerin seçim dönemlerinde daha fazla mollayı meclise sokmak için yapılan bir düzenleme hatta oyun olduğunu gördüğü için inanmamıştır. Büyük cemaatlerin üst düzey mensupları yazılı literatürlerindeki incitici ve ayrıştırıcı söylemler dâhil, kardeşliği ve birlikte yaşamı tehdit eden her türlü söylem ve eylemden uzaklaşmaya karar vermelidir. Yapılması gereken diğer bir şey insan onurunu zedeleyen ilkel şartlarda eğitim veren binlerce medrese sevdasından vaz geçilip daha düzenli eğitim kurumları oluşturmak ve bunları iş alanlarına göre yapılandırmaktır. Yarışma yapılacaksa daha iyi eğitim verme daha kaliteli mezun vermede olmalıdır. Bu noktada çaba sarf eden bazı kurumların ne kadar başarılı olduğu aslında bu cemaat mensuplarınca da görülmektedir. Devlet birimlerinin bu konularda özendirici ve ufuk açıcı olması da beklenmektedir.

Müslümanın her alanda ahlaklı olması gerekmektedir. Ahlaklı olmayı sadece sınırlı birkaç konuya indirgemek İslâm ahlakını anlamamaktır. Dini alanda hizmet verme iddiasında olan kimselerin etraflarına topladıkları bir kısmı da cahil olan kimseleri kendi menfaatleri için kullanmaktan ve onları manipüle etmekten vaz geçmesi gerekiyor. Bu durum Pakistan’da çok yayın olarak görülmektedir. Özellikle Prof.Dr. Tâhirü’l-Kâdirî gibi samimiyetinden şüphe duyulan bir şahsın halkı aldatmasına fırsat verilmemeli diğer cemaatlerin bu noktada da dürüstçe tavır ortaya koyması gerekir. Bir bakıma bu yapılan en büyük ahlaksızlıktır. Zira bu insanların halisane dini duygularını güç elde etmek için istismar etmek ve insanları din adına aldatmaktır.

Devlet yöneticilerine ve siyasi parti temsilcilerine de düşen görevler bulunmaktadır. Bunlar içinde yaşadıkları ülkeye ve bu ülkenin insanlarına karşı dürüst olmalıdırlar. Bu ülkede doğru bir şekilde ve alın teriyle kazanmaları beklenen malları ve paraları yine bu ülke için doğru bir şekilde kullanmalıdırlar. Bugün Pakistan’da rüşvet, adam kayırma, bazılarına haksız kazanç sağlama çok yüksek seviyelere çıkmış ve Pakistan’ın bir devlet olarak varlığını tehdit eder duruma gelmiştir. Bu insanların aç gözlükten ve gariban halkın imkânlarına göz dikmekten vaz geçmesi gerekiyor. Hükümetlerin bu noktada kanuni düzenlemeler yapması ve çok sıkı denetlemelerde bulunması gerekiyor.

Pakistan’da bir düzelme olması için Türkiye gibi tarafsız dost ülkelere de büyük görevler düşmektedir. Ne var ki Türkiye ve diğer Müslüman devletler buradaki temel problemleri çözmek ve iyileşmeyi zamana yaymak için bir plan ve programa sahip değillerdir. Yapılan şey işbaşında olan hükümet ile dostane ilişkiler kurmak, bazı askeri ve siyasi alanlarda yardımlaşmaya gitmek gibi bazı bürokratların yapacağı işlerdir. Son yıllarda Türkiye, Pakistan ve Afganistan devletleri arasında Türkiye’nin girişimleri ile Devlet Başkanları düzeyinde başlatılan istişare toplantılarının nasıl bir semere verdiğini bilemiyorum. Umulur ki bunlar dişe dokunur konuları kapsayacak şekilde geniş çerçeveli tutulur. Bizce asıl olması gereken eğitim, kültür, sosyal hayat ile ilgili konulara yoğunlaşmak ve tarafsız bir gözle bunlara çözümler üretmektir.

*Avrasya Hukuk Kurultayı Tebliğler Kitabı; s.184 (3-7 Eylül 2014, Saraybosna)