Değerli okuyucular; ilk yazı deneyimimde İdeal Hukuk Dergisi okuyucularıyla buluşma fırsatını yakalamanın mutluluğu ve heyecanı içerisindeyim. Elimden geldiğince öğrenci bakışıyla bu yazıda Türk hukuku açısından son derece önemli bir dönemeç olan ‘12 Eylül 2010 Referandum’unu değerlendirmeye çalışacağım.
1982 Anayasası’nın geçirdiği tarihi süreçleri incelediğimizde; özellikle 1995, 2001, 2004 ve 2007 değişiklikleri demokratikleşme anlamında önemli kazanımlar sağladı. Fakat bu kazanımlar Türk toplumunun 30 yıllık ve hatta daha fazla süredir demokratik, insanı merkez alan; özgürlüklerin asıl, sınırlamanın istisna olduğu bir anayasa talebini tam olarak karşılayamadı.
Bahsetmiş olduğum konu klasikleşmiş ve aslında herkes tarafından dile getirilen konulardır. Fakat bu problemi ortadan kaldırmaya gelindiğinde; toplumsal mutabakat metni tam olarak oluşturulamadı. Yakın zamanda (2007) ilk kez ciddi bir çalışmayla oluşturulan taslak da sebebini bilemediğimiz ama tahminimce Türk siyasi tarihinde çokça rastladığımız kapatma davasıyla (Ak Parti) yorumlayabileceğimiz sebepten dolayı ortadan kalktı.
Sıkıntılı bir sürecin ardından Türkiye 2010’un Eylül ayında önemli bir demokrasi sınavıyla karşılaştı. Ve bu süreçte kanaatimce; Türkiye ilk kez bu kadar ciddi demokratik haklar içeren bir metni, demokratik meşruiyet açısından tartışılmaz bir oranda kabul etti. Referandum mitinglerinde siyasilerin paketin içeriğinden uzak açıklamaları ve özellikle MHP’nin bölücülük korkusu nedeniyle; BDP’nin pakette Kürt sorununa ilişkin maddelerin bulunmamasını ileri sürmesi ‘HAYIR’ cephesini oluşturan bu iki parti için, ’HAYIR’ın gerekçelendirilmesi konusunda ironik bir duruma düştüklerini de maalesef görmüş olduk.
Referanduma geliş süreci, referandum tanıtım günleri ve mitingleri, referandum sonucu bize çok önemli saptamaları hatırlattı. Bu saptamaların en önemlilerinden biri de hiç kuşkusuz, ‘Demokrasi’ kavramıdır. Bu kavram ışığında dört soruyu gündeme taşımamız gerekmektedir:
– Demokrasiyi içselleştirip, kendi yaşamımızda da demokrasi kültürünü yaşatmalı mıyız?
– Demokrasiyi sadece yönetim aracı olarak mı görmeliyiz?
– Demokrasiyi eğer içselleştirmemiz gerekiyorsa, bunu ne kadar başarabildik?
– Demokrasiyi sadece yönetim aracı olarak görsek bile bunda ne kadar başarılıyız?
Bu kilit sorulara cevap bulmak AB süreci ve modern demokrasilerle ile birlikte paralellik gösterir. Aslında referandum sürecinde siyasi liderlerin söylemleri ve referandum sonucu ortaya çıkan tabloyu kabullenemeyen çevreler aslında demokratik kültürden ne kadar yoksun olduğumuzun da göstergeleridir. Halbuki demokrasi, kendine ait bir kutsalı olmayan ama herkesin kendi kutsalını yaşayabileceği sistemin adıdır.* Aslında ilginç olan bir nokta daha var ki; halk artık değişimi, demokratikleşmeyi isterken bazı kesimler bu duruma hâlâ hazır durumda değiller. Türkiye’nin iç dinamikleri bu tabloyu şekillendirmeye çalışmaktadır.
Parti içi demokrasi ve seçim barajı
Şimdi gelelim yönetim aracı olarak demokrasideki pozisyonumuza. Değişikliklerle durumumuz kısmen daha iyi diyebiliriz elbette; fakat bundan sonra gerek paketi derinden incelemeyen çevreler, gerek demokratikleşme konusunda samimi olduklarını ileri sürenler hep birlikte siyasi iktidarın demokrasi konusundaki hassasiyetini ve samimiyetini sorgulamalıdır mutlaka. Demokratikleşme konusunda pek de iç açıcı bir görüntü sergilemeyen hükümlerin değiştirilmesi konusunda hem STK’lar, hem yurttaşlar, hem de siyasi partiler somut adımlar atmak durumundadır. Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, Yükseköğretim Kanunu vb. hukuki metinler ele alınması gerekenlerin başlıcaları… Parti içi demokrasinin yaygınlaşması ve seçim barajının düşürülmesi ilk akla gelen örneklerdir.
Paketi incelediğimizde olumlu ve önemli demokratik hakların başlıcaları şunlardır: Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı, disiplin cezalarına karşı yargı yolunun açılması, toplu sözleşme hakkı, ilk derece mahkeme hakimlerinin HSYK’da yer alabilmesi, kişisel verilerin korunması.
Pakete ‘HAYIR’ denmesinin çok da makul gerekçelendirilemeyeceği; fakat aslında bazı çekinceler ve eleştirilerin de yöneltilebileceğini söylemek mümkündür. Özellikle Anayasa Mahkemesi’ne TBMM tarafından üye seçiminde kullanılan yöntem Türkiye’nin demokrasiyi içselleştirmesi açısından bir kolaylık sağlamamakla birlikte, mahkemenin demokratik bir kurum haline gelmesi açısından olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Özellikle üye seçiminde nitelikli çoğunluktan (2/3), basit çoğunluğa (1/3) doğru gidilme usulünün kabul edilmiş olması, demokratik uzlaşma kültürünün hiç zorlanmadan, onu aramadan kolay yolla siyasi iktidarın göstereceği adayın mahkemeye üye seçmesi yolu açılmıştır.
Buradan kesinlikle; zaten niteliği itibariyle siyasi bir kurum olan Anayasa Mahkemesi’nin tarafsızlığını yitireceği düşüncesi çıkarılmamalı. Çünkü TBMM tarafından seçilen sayı maalesef sadece 3 üye ile sınırlı kalmıştır. Oysa mahkemenin üye sayısı 17’dir. Siyasi iktidara bu yolun açılması, siyasi iktidarın bu konuyu istismar edeceği veya etmeyeceği anlamına da gelmez. Keza TBMM de üye seçiminde, önerilen adaylar arasından seçim yapmakla sınırlandırılmıştır. Yargının tarafsızlığını yitirecek olmasıyla ilgili korku, aslında maalesef demokratik kültür yoksunluğu ve bu konuda hâlâ korkularla yaşadığımızın açık bir göstergesidir.
Pakete ilişkin diğer olumsuz durum ise, Cumhurbaşkanı’na verilen Anayasa Mahkemesi’ne doğrudan veya dolaylı 14 üye seçme hakkı veriliyor olmasıdır. 2007 seçimi döneminde en çok eleştirilen konuların başında gelen cumhurbaşkanına verilen güçlü yetkilerdi. Bu yetki artırımının da olumlu olduğu kanaatini taşımıyorum. Bu tablo onu gösteriyor ki, sanırım ilerleyen zamanlarda Türkiye Başkanlık sistemini konuşuyor olacaktır.
‘Çerçeve’ anayasadan uzaklaşınca…
Öte yandan eleştirilmesi gereken bir diğer konu ise, anayasa paketinin yazılış tarzıdır; paket o kadar uzun cümleler kullanılarak yazılmış ki, paketin kendisi de başlı başına bir anayasa oluşturabilir. Bu sonuçla birlikte çerçeve anayasa modelinden iyice uzaklaşmış durumdayız. Aslında bu da gerek ‘367’ tartışmalarının gerek anayasa yargısı mekanizmasının işletilmesi sırasında ortaya çıkan manzaradan elde edilmiş tecrübelerin bir daha yaşanmaması ile ilgili olabilir.
Özellikle iki büyük muhalefet partisinin referandum sürecinde yeni anayasadan kaçındığını hepimiz biliyoruz. Fakat şu günlerde bu düşünce, yerini biran önce yeni anayasanın yapılması konusunda aceleci olunması gerektiği düşüncesine bıraktı. Yeni bir anayasanın yapılmasını toplumun bile bu kadar hızlı istemediğini düşündüğümüzde, bu tavrın sorgulanması gerektiğini düşünmemiz gerekir. Yeni anayasanın yazılışı ve yapılış usulü hakkında çok seçici olunması ve hangi hükümlerin hangi dille ifade edileceği çok büyük önem arz etmektedir. Gerek siyasi aktörlerin gerek sivil aktörlerin uzlaşma kültürünü kazanabilmeleri için hep birlikte mücadele etmeliyiz.
* Osman Can/ Darbe Yargısının Sonu/ Ağustos 2010
Cahit Düzcan:1989’da Eskişehir’de doğdu. Eskişehir Muzaffer Çil Anadolu Lisesi’nden mezun olduktan sonra 2008’de Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. Kasım 2008’den itibaren Tüketiciler Birliği’nde, Temmuz 2010’dan itibaren Hukukçular Derneği’nde Eylül 2010’dan itibaren İstanbul Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nda aktif ve gönüllü olarak çalışıyor.
—
Bu içerik daha önce İdeal Hukuk dergisinin 5. sayısında yayımlanmıştır.