Hegemonik Şiddet Sarmalı: Devlet Terörü Karşısında Güvenlik Hakkı*

Prof. Dr. Muharrem Kılıç / Akdeniz Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Öğreti Üyesi

Giriş

21. yüzyılın ilk çeyreğinde, merkezi coğrafyası Orta Doğu bölgesi olan derin bir insanlık trajedisine tanıklık etmekteyiz. Bu trajedi modern tarihin sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmişlik iddialarına eşlik eden bir ‘medeniyet’ vasatında gerçekleşmektedir. Tüm boyutları ile moderniteyi inşa eden kurumsal aklın iddialarını ve özüne dair tüm argümantatif araçlarını boşa çıkarırcasına ve berhevâ edercesine paradoksal bir insanlık durumuna tanıklığımız söz konusudur. Onto-sosyolojisinden sosyo-kültürüne kadar iptidailikten gelişmişliğe doğru lineer bir gelişimsellik iddiasını öngören düzçizgisel modern tarih tasavvurunun anlamsızlığını kanıtlayan bir tarihsel duruma tanık olmaktayız. Tarihin her döneminde felsefi ilginin merkezinde yer alan siyasete/devlete dair kuramların tipik kavramsal şemasını alt üst eden bir devlet/ler siyasetine ve uluslararası camia kültürüne tanığız.

Üretilen bu mankurt devlet aklının düşünsel evreni, kuşkusuz belirli bir felsefi paradigmaya dayanmaktadır. Söz konusu modern kök-paradigma, ontolojik anlamda evren tasavvurundan insan, birey, toplum, devlet vd. tasavvuruna kadar belirli bir düşünsel çerçeve öngörmekte ve pratikler üretmektedir. Modern devlet algısının kurucu ismi olarak kabul edilen Thomas Hobbes’un devlet tanımlamasının niteleyici kavramlarını ‘şiddet, güç, iktidar, korku ve ihlal’ oluşturmaktadır. Hobbes, korku, şiddet ve çatışmanın egemen olduğu doğal durumdan kurtuluşun yegane aracı olarak devlete, metaforik anlatımla Leviathan’ı ile işaret etmektedir. Söz konusu ‘modern devlet’, şiddet kullanma tekelini uhdesinde bulundurmaktadır.

Burada söz konusu paradigmanın üretmiş olduğu ‘modern devlet’ kuramı ve pratiği, bütün hegemonik talepkarlığı ile varlığını meşrulaştıracak, tahkim edecek ‘kavramsal enstrümanlar’ yaratmaktadır. Küreselleşme ile birlikte sözü edilen ‘modern enstrümanların’ devletin kavramsal ve kurumsal yapısında bir çözülmeye ve yapı bozumuna yol açtığı ifade edilebilir.

Devletlerarası dostane ilişkiler bir yana, ‘hasmane ilişkilerin’ belirli bir hukuka ve etiko-jüridik ilkeler manzumesine dayalı biçimde yürütüldüğü ifade edilebilir. Kimi savaş hukuku literatüründe görüldüğü üzere, ‘çocukların, kadınların, yaşlıların, din adamlarının’ asla öldürülmemesine ilişkin etik-hukuksal prensiplerin düzenlendiği görülmektedir. Burada himaye edilen sınıf konusunda temel varsayım şudur: ‘Çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve din adamları’ asla herhangi bir savaşın ya da husumet ilişkisinin tarafı olamazlar.

Hatta savaşın tahripkar doğası karşısında etik-hukuksal koruma ya da himaye, yalnızca muharip olmayan insanlara değil, aynı zamanda doğaya dönük bir duyarlılığı da (ağaç kesmemek) öngörmektedir. Savaş durumunun savaşçılarda yaratacağı yıkım psikolojisini dizginleyici biçimde doğanın tahrip edilmesi de yasaklanmıştır.

Tarihsel olarak 15. yüzyıla kadar götürülen sömürgecilik dönemine özgü, ‘sömürülen devlet’ ile ‘sömüren devlet’ arasındaki tek taraflı yararlanma ilişkisinin kaba enstrümanları yerini, daha rafine sömürü ve işgal yöntemlerine bırakmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu yeni sömürü durumu, ‘yeni sömürgecilik’ olarak isimlendirilmektedir. Burada söz konusu enstrümanların dayandığı temel paradigmatik kavram ‘hegemonyadır’. Sosyal-ekonomik-kültürel-hukuksal vd. her bir alanda ‘emperyal devletler’ ile diğerleri arasında bir ‘bağımlılık ve bağlılık’ yaratan bir hegemonik ilişki söz konusudur.

Çatışan hegemonik çıkarlar arasında üstünlüğü temin edebilmenin bir takım ‘temel kavramsal araçları’ bulunmaktadır. Bir anlamda söz konusu çatışmanın ‘kavramsal enstrümanları’ söz konusudur. Bunlar, kavramsal bir karşıtlık (dikotomi) olarak şöyle tasarlanmıştır: ‘Evrensel insan hakları ve demokrasi’ bu karşıtlığın pozitif boyutunu teşkil ederken, ‘terör, terörizm’ negatif boyutu oluşturmaktadır. Negatif anlam içerimi ile ‘terör’ kavramı kapsamına, ötekileştirilerek nesneleştirilen güç öbeklenmeleri (devlet vs.) dahil edilmektedir. Hegemonyanın meşruiyet zeminini kuran ve tahakküm alanını derinleştirmesine olanak sağlayan bu ‘kavramsal dikotomi’, amaca hizmet edici nitelikte ve oldukça elverişli/kullanışlı bir alan açmaktadır.

Deyim yerinde ise, kavramsal çatışkılar üzerinden iktidar mücadelesi sürdürülmektedir. Kavramsal yapının üretiminde söz sahibi olan kendi hegemonik alanını, uluslarüstü düzlemde kurumsallaştırma imkanına kavuşur. Bu meyanda bu küresel devlet aklı, ötekileştirme, yaftalama (terör yaftalaması), korku/fobia (İslamafobia gibi), korku hegemonyası, üstün ırk, ben-merkezcilik (batı-merkezcilik), sistematik şiddet uygulamaları, sekteryanizm, soykırım ve diğer bir çok kavramsal aracı devreye sokmaktadır. Söz konusu kavramsal aygıtlar, fiziki sınırlarını kıtalararası biçimde aşan ‘küresel hegemonik güçlerin’ bir nevi koruma kalkanı olarak ortaya çıkmaktadır. Ulusal ve uluslarüstü düzlemde yürürlüğü söz konusu olan düzenlemelerin, anlaşmaların ve kurumsal örgütlenmelerin şekli varlığı, ahlaki ve vicdani kaygısı olmayan hegemonyanın insanlık dışı pratiğine engel teşkil etmemektedir.

Westphalia’dan Philadelphia’ya Uluslararası Sahnenin Dönüşümü

Vestfalya Barışı (Münster ve Osnabrück Antlaşması) 1648 yılında Roma İmparatorluğu, Alman prensleri, Fransa, İspanya, İsveç ve Hollanda Cumhuriyeti arasında gerçekleşmiştir. Otuz yıl savaşları sonrasında gerçekleşen bu barış, tarihçiler tarafından ‘modern çağın’ başlangıcı olarak nitelendirilmektedir. Uluslararası İlişkiler Kuramı açısından geleneksel realist görüş (siyasi realizm) doğrultusunda devletlerin egemenliği ve self-determinasyon, devletler arası eşitlik ilkesi ve bir devletin iç işlerine başka bir devletin karışmaması ilkeleri benimsenmiştir.

Ancak bunun öncesine dair bir saptamada bulunacak olursak şunları ifade edebiliriz. Egemenliğin çok sayıda iktidar sahibi tarafından görece mutlak olmayan bir hiyerarşi çerçevesinde paylaşıldığı ‘feodal düzen’ ile ‘modern devlet’ arasındaki temel farklılık, ülke içinde etkin olarak şiddet kullanımının tek elde toplanmasıdır. Feodal dönemde askeri güçleri oranında ülke içinde ve dışında etkin olabilen çok sayıda iktidar sahibinin yerini ‘merkezi devlet gücü’ almıştır. Bu çerçevede, feodal döneme göre toplumun daha edilgen kılınma süreci başlamıştır.

Ancak bu durum, toplumun şiddetten tamamen arındırıldığı anlamına gelmemektedir. Modern dönemde de yoğunluğunu yitirmeyen şiddeti engellemek ancak daha büyük ve yoğun bir şiddetin uygulanacağı tehdidi ile mümkün olmaktadır. Modern öncesi dönemlerde devletler ülke sathında bütünüyle egemenlik kuracak ve nüfusun tamamını kontrol altına alacak araçlardan yoksunlardı. Ülke içerisinde şiddet uygulama kabiliyetine sahip feodal beyler, milisler, paralı askerler, yağmacılar, korsanlar ve düellocular gibi kişi ve gruplar imparatorun veya kralın şiddet alanındaki mutlak hâkimiyetini engellemekteydiler. Tüm bu rakiplerin şiddet kabiliyetini kıran ve yetkilerini ortadan kaldıran ‘merkeziyetçi modern devlet’, tekniğin de yardımıyla ülkede tek egemen olmuştur. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda devletin, bu büyük ve yoğun şiddetin uygulayıcısı olarak silahlarını kendi uyruklarına çevirebildiği görülmüştür. Şu halde modern devlet, toplum içerisinde ‘gündelik şiddeti’ ortadan kaldırma iddiasında olmakla birlikte, kendi şiddet olanakları bakımından modern öncesi siyasal sistemlerin hepsinden daha korkutucudur.

Bu olanakların ne tür sonuçlar doğurabileceğini görmek için çok uzak geçmişe gitmek gerekmez. Holocaust modernliğin ve modern devletin varabileceği noktayı görmek bakımından iyi bir örnektir. Yine sistematik tecavüz, uzuv kesme, aile fertlerini birbirlerini öldürmeye zorlama vd. modern dönemde modern devletlerin kendi uyruklarına yönelik kullanılmış rasyonel hesaplamalara dayanan yönetme biçimleridir.

Modern anlayış, devletin kendi uyruğuna zulmetmeye başladığı noktada ne yapılacağı ile ilgili çok şey söyleyememektedir. Modern çağın uluslararası egemenlik sistemi olarak kabul gören Vestfalya Sistemi’nin ortaklaşılmış yorumunda devletler birbirlerinin içişlerine karışmaktan men edilmiştir. Vestfalya Barışı’nda ortaya konan ilkelere dayanan bu sisteme göre uluslararası arenanın aktörleri kendilerinden üstün bir otorite kabul etmeyen devletlerdir. Bu düzen içerisinde herhangi bir devletin uyruğuna yönelik şiddet uygulaması karşısında halk çaresizce kendi devletiyle baş başa kalmaktadır. Devlet halkını dilediğince yönetmekte, biçimlendirmekte ve hatta yaratmaktadır.

Modern devletin felsefi temellerinden birini oluşturan ‘toplum sözleşmesi’ metaforu kullanılarak bu sorunun aşılabileceği savunulmaktadır. Toplum sözleşmecileri, sözleşme ile devlete verilen yetkilere karşılık olarak halkın da ‘yurttaşlık haklarına’ sahip olduğunu, bu hakların ihlali durumunda da yurttaşların ‘direnme hakkının’ ortaya çıkacağını savunurlar. Yurttaşlık, devlet ve uyruk arasındaki ilişkiyi açıklamak bakımından her ne kadar elverişli bir kavram olsa da ‘yurttaş hakları’ kavramı kendi başına hiçbir anlam ifade etmemektedir. Ayrıca ‘insan hakları’ veya ‘doğal haklar’ öğretileri gibi bir evrensellik iddiası da içermemektedir.

Vestfalya Sistemi’nin egemenliğine itiraz noktasında, birçok siyaset bilimcisine göre bu sistem hiçbir zaman egemen uluslararası ilişkiler sistemi olmamıştır. Bu siyaset bilimcileri görüşlerini, kökleri ortaçağa kadar dayanan ve 1789’da dağılan İsviçre Federasyonu; Birleşik Eyaletler (Eski Hollanda); 1815-1866 Alman Birliği gibi örneklerle desteklemişlerdir. Söz konusu örneklerde, feodal hiyerarşiye veya devletler arasında egemenliğe ilişkin bir anlaşmaya dayanan, yönetimin iki tarafı bakımından belirli imkân ve avantajlar sağlayan rejimler söz konusudur. Egemen devletler arasında sürekli savaş veya savaş tehdidi içeren Vestfalya Sistemi’nin aksine bu örneklerde devletlerin üzerinde bir hükümet biçimi oluşturmak amaçlanmıştır.

Bu amaçla gerçekleştirilen girişimlerden en büyüğü ve günümüz uluslararası siyasal sistemi bakımından en etkilisi elbette Philadelphia girişimi olmuştur. Kolonilerin, Britanya’ya karşı mücadele amacıyla kurdukları –sonradan Amerika Birleşik Devletleri olarak adlandırılacak- birliğin hedeflerinden biri de Kuzey Amerika’da devletler arası anarşi ve savaşı engellemek ve şiddet kullanımını anayasal ilkelerle sınırlandırmak olmuştur. Bu girişimin, Milletler Cemiyeti ve ardından Birleşmiş Milletler ve de Avrupa Birliği girişimlerine ilham verdiği kabul edilmektedir.

Belirtilen birliklerde yer alan devletler bakımından -Vestfalya Sisteminin aksine- yasama ve yargı yetkileri, münhasıran egemen ulus devlete ait değildir. Uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden durumlarda BM’nin ulusüstü yasama yetkisi sözleşme ve protokollerde kendini gösterir. BM’nin Nürnberg ve Tokyo askeri ceza mahkemeleri, ulusüstü yargı yetkisi ile ilgili tartışmaları siyaset sahnesine sokmuştur. Yugoslavya, Ruanda, Sierra Leone mahkemeleri gibi örnekler, uluslararası yargılamanın devletin uyruğuna zulmetmesini engellemede veya cezalandırmada bir yöntem olarak kabul gördüğünü göstermekle birlikte, bugün bu mahkemelerin adaleti ve tarafsızlığı hala tartışma konusudur. Bu tür girişimler, ülke içerisindeki iktidar sahiplerinin vicdansız katillere dönüşebileceği riskinin uluslararası toplum tarafından gerçek ve kabul edilebilir bir risk olarak görüldüğüne işaret etmektedir. Bu risk, ‘müdahalenin’ uluslararası siyaset literatürüne girmesine neden olmuştur. Devletin uyruğuna şiddet uygulaması, artık bir iç mesele olmaktan çıkmış ve dış ‘müdahale’ sebebi haline gelmiştir.

Bu bağlamda müdahale kararlarının verildiği veya verilmediği uluslararası sahnenin güncel karakteri ve bu sahnedeki aktörleri değerlendirmek yararlı olacaktır. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve benzeri uluslararası örgütler her ne kadar ulusüstü egemenlik girişimleri olsalar da temelinde ulus-devletlere ve bunlar arasındaki ilişkilere dayanmaktadırlar. Ancak bu örgütlerin siyasi faaliyetler bakımından sağladığı ulusötesi imkânlar yirminci yüzyılın son çeyreğinde küreselleşme eğilimlerinin güçlenmesiyle birlikte uluslararası topluluk, ulus devletin egemenliğine meydana okuyan bağımsız bir ağ haline dönüşmüştür.

Bu dönüşümde bu birliklerin yanı sıra, ‘ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki’ gelişmeleri de en önemli etkenler arasında saymak gerekmektedir. Ancak teknolojik ilerlemenin, sistemin taleplerine bağlı olduğu da göz ardı edilemez. O zamana dek devletlerden ibaret olan ‘uluslararası topluluğa’ ulusal sınırları aşan yapılara sahip örgütler (Dünya Sağlık Örgütü, Oxfam GB vs.) ve küresel şirketler (Unilever, IBM vs.) de dahil olmuştur. Sınırlar, dışarıdan gelen ürünlere, fikirlere, bilgilere, sermayeye, hizmetlere, kültürel etkilere, değerlere, modalara ve bunların yanında suça, sosyal sorunlara ve ulus-devletin egemenlik yetkisi ile rekabet eden ulusötesi güçlere açılmıştır.

Kuşkusuz modern devletin oluşumunda ve modern dönemde, ekonomik ilişki ve gereksinimlerin etkisi yadsınamaz. Ancak küreselleşme ile birlikte ekonomik ilişkiler, uluslararası sistemin temel belirleyicisi haline gelmiştir. Çağımızda dünya çapındaki mali piyasaların devletlerin kontrolünden çıktığı görülmektedir. Modern çağın baş aktörü olan devlet, artık sahneyi en az kendisi kadar etkili başka aktörlerle paylaşmak durumunda kalmıştır.

Bu konudaki radikal görüş, devletlerin artık küresel finans piyasalarının baskısına karşı koyamayacağı yönündedir. Buna göre maddi temeli zayıflayan, egemenlik gücünü ve politik niteliğini yitiren devlet, mega şirketlerin basit güvenlik birimlerine dönüşmüştür. Bu ulusötesi siyasal yapı genel olarak bir piramide benzetilmektedir. Piramidin tepesinde ABD ile birlikte G8 ülkeleri ve bu ülkelerin ekonomik, askeri ve kültürel örgütleri yer alırken, ikinci sırada ulusötesi şirket kapitalizmi ağları ve ardından ulus-devletler ve uluslararası Sivil Toplum Örgütleri yer almaktadır. ‘Müdahale kararları’ bu hiyerarşik yapı içerisinde belirli konumlarda yer alan söz sahiplerinin tutumlarına göre verilebilmektedir.

Müdahale ve Haklı Savaş

Uluslararası müdahale ve ‘haklı savaş’ tartışmaları yirminci yüzyılın son çeyreğinde siyasetçilerin ve siyaset bilimcilerinin gündeminde en üst sırada yer almıştır. 11 Eylül olayının ardından bu yerini pekiştirdiğini ve Arap Baharı ile birlikte uluslararası siyaset tartışmalarına tümüyle egemen olduğunu söylemek mümkündür. Haklı savaş tartışmalarının kökleri antikiteye kadar dayanmaktadır. Kavram, bugün rönesansını yaşıyor olmakla birlikte, o dönem bu konu ile ilgili Thucydides’in (m.ö. 460-395) söyledikleri de hala geçerliliğini koruyor gibi görünmektedir: “Güçlüler yapabildiklerini yapar, zayıflar da çekmeleri gereken acıyı çeker.”

Batıda haklı savaş veya ‘bir savaşın haklılığı’ Roma’dan bu yana kuramsal olarak iki boyutta incelenmektedir. Birinci boyut bir savaş çıkarmanın haklılığı (ius ad bellum), ikinci boyut ise savaşların adil bir biçimde yürütülmesi (ius in bello) boyutudur. Bu bakımdan haklı olarak başlatılmış bir savaş adil olmayan yöntemlerle yürütülebildiği, haksız yere başlatılmış bir savaşta adil yöntemler uygulanabilir. Ancak savaşı önleme hukuku (ius contra bellum) anlayışı ile BM sisteminde BM Şartının 2/4. maddesi gereğince kuvvet kullanmama genel ilke olarak kabul edilmiştir.

Bir savaşı başlatmanın haklı olabilmesi için gerekli şartlar, ‘nedenin haklılığı, ülkeyi savaşa sokan otoritenin meşruiyeti, savaşın amacının meşruluğu, bu amacı gerçekleştirmek bakımından savaşın uygun bir araç olması, bu amacı gerçekleştirmek bakımından savaşın son çare olması ve savaşın başarılı olma ihtimali’ olarak kabul edilmektedir. Savaşın adil bir biçimde yürütüldüğünün söylenebilmesi için ise savaşan-sivil ayrımına dikkat edilmesi ve gücün orantılı kullanımı şartları sayılmaktadır.

Günümüzde uluslararası alanda bu konu ile ilgili temel yasal düzenleme “Harp zamanında sivillerin korunmasına ilişkin Cenevre sözleşmesi” ve sözleşmenin ek protokolleridir. Sözleşmeye ek 1. protokolün 85’inci maddesinde savaş suçu olarak sayılacak ağır ihlaller; “kişilerin sağlıklarını tehlikeye sokan hareketler, isteyerek sivil halkı ve savunmasız yerleri saldırı hedefi haline getirme, büyük sayılarda ölüm getireceğini bilerek sivil halka, eşyalara ve araçlara saldırıda bulunma ve Sözleşmeler ile Protokol’ün tanıdığı sembollerin, karşı tarafı şaşırtmak ve yanlış amaçlarla kullanılması, savaş esirlerine ve sivillere insanlık dışı uygulamalar yapılması” şeklinde sayılmıştır.

‘İnsancıl müdahaleler’ de haklı savaş başlığı altında değerlendirilir. Kabul gören tanıma göre insancıl müdahale; ‘herhangi bir devlet tarafından insan haklarının veya uluslararası insancıl hukuk kurallarının ağır ve yaygın biçimde ihlal edilmesini veya devlet otoritesinin çökmesi sonucunda ortaya çıkan insancıl nitelikli krizleri önlemek veya engellemek amacıyla, ihlal veya krizden sorumlu devletin izni olmaksızın ona karşı, bir başka devlet veya devletler topluluğu yahut uluslararası örgüt tarafından gerçekleştirilen askeri kuvvet kullanımıdır.’

Tanımdan açıkça anlaşıldığı üzere insancıl müdahale her şeyden önce askeri bir müdahaledir. Bu askeri müdahale fiilen gerçekleştirilebilir veya silahlı kuvvetlerin sınıra konuşlandırılmasıyla bir tehdit şeklinde de varlık bulabilir. Her ne kadar insancıl müdahalenin ambargo gibi ekonomik yollarla da yapılabileceği iddia edilse de günümüze kadar bunun örneği ne yazık ki görülmemiştir. Bu durumda insancıl müdahalenin bir devletin egemenlik hakkına müdahale olmadığını düşünmek dahi olanaksızdır. Buna karşın insancıl müdahaleyi zorunlu kılan devletin kendi uyruklarına karşı giriştiği insanlık onurunu hiçe sayan fiilleri durdurmak amacıyla, o devletin egemenlik hakkına müdahaledir. Başka bir ifadeyle insancıl müdahale, insan hakları düşüncesinin ülkelerin egemenlik haklarından daha önemli olduğunun kabulüdür.

İnsancıl müdahale kavramının en temel unsuru, ‘bu eylemin insan hakları ihlallerini önlemek amacıyla gerçekleştirilmiş olma’ durumudur. Bu nedenle öncelikle insan hakları ihlallerinin vuku bulmuş olması ve bu ihlallerin somut delillerle kanıtlanması gereklidir. Bu noktada 21. yüzyılda insan hakları kataloğunun içinde yer alan hakların herhangi birinin ihlali doğal olarak insancıl müdahale için yeterli görülemez. Silahlı kuvvet kullanımı veya kullanma tehdidi, ağır sonuçları olan ve bu yüzden özenle değerlendirilmesi gereken eylemler olduğundan bu müdahalelerin uygulanabilmesi için öldürme, işkence veya cinsel saldırı gibi en ağır insan hakkı ihlallerinin sistematik olarak gerçekleştiriliyor olması gerekmektedir.

‘İnsancıl müdahale’ halen uluslararası hukukta yasal bir zeminden yoksun bulunmaktadır. Öncelikle Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın kuvvet kullanımını düzenleyen 2. maddesinin dördüncü fıkrası ve 51. maddesi gereğince insancıl müdahale nedeniyle dahi olsa, meşru müdafaa hali dışında güç kullanımı yasaklanmıştır. BM Anlaşması ülkelerin birbirine karşı güç kullanmasını yasaklamanın yanı sıra Birleşmiş Milletlerin herhangi bir üyenin içişlerine müdahale etmesini de 2. maddesinin 7. paragrafı ile imkânsız kılmaktadır. Bu durumda açık kalan tek yol, BM Anlaşması’nın 39. maddesinde yer alan; barışın tehdit edildiğinin tespiti halinde Güvenlik Konseyi’nce alınabilecek olan ‘kuvvet kullanma’ kararıdır. Bu yol Kuzey Irak, Yugoslavya, Somali ve Ruanda için işletilmiştir.

Öte yandan insancıl müdahalelerin yasal dayanağı olarak Birleşmiş Milletler antlaşmasının 39. uncu maddesi gösterilmektedir. Bu maddeye göre uluslararası barış ve güvenliğin tehdit altında olması durumunda veya bir devlet ya da devletler grubunun saldırgan davranışlarının gerekli kılması halinde BM Güvenlik Konseyi kararıyla müdahalede bulunmak mümkündür.

Haklı Savaş ve İnsancıl Müdahale Kavramları Işığında ‘Koruyucu Hat Operasyonu’

Gazze’deki Hamas varlığını gerekçe gösteren İsrail, Gazze’ye yönelik olarak 8 Temmuz 2014’te başlattığı saldırılara ‘Koruyucu Hat Operasyonu’ adını vermiştir. Ancak gerek Gazze’de Hamas’ın gerekse Lübnan’da Hizbullah’ın etkinliğinin büyümesine 1948’den bu yana süren İsrail yayılmacılığının katkıda bulunduğu yadsınamaz. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde küresel güçlerin İslam coğrafyasında uyguladığı hegemonik şiddet, nasıl radikalizmi ya da ‘köktenciliği’ veya dini saiklere dayandırılan terör eylemlerinin artmasına neden olduysa ‘İsrail reddiyeciliği’ ve ‘yayılmacılığı’ da bölgedeki Müslüman halkı radikalleştirerek bölgeyi bir şiddet sarmalının içine sokmuştur.

‘Koruyucu Hat Operasyonu’nu haklı savaş doktrini bakımından değerlendirmek, bu doktrinin, kriz bölgelerinde insan haklarını korumak bakımından elverişli olup olmadığını daha net bir biçimde ortaya koyacaktır. 8 Temmuz’dan bu yana süren operasyon, esirlerin soyularak güneşte bekletildiği, okulların hedef alındığı, sivil-savaşan ayrımı yapılmadan hatta çocuklar dahi gözetilmeden hava saldırılarının yapıldığı, elektrik santrallerinin vurulduğu, hastanelerin bombalandığı bir operasyondur. 4 Ağustos itibariyle yüzde sekseninin sivil olduğu belirtilen 1.820 kişi İsrail askerlerince öldürülmüştür.

Bugün Filistinliler, darmadağın, kendi başına ayakta kalması imkânsız, birbirleriyle ve Kudüs’le bağları koparılmış tecrit bölgelerinde yaşamaya mahkûm edilmiştir. İsrail, büyük alt yapı ve yerleşim projeleri inşa ederek yerleşim yerlerini ve değerli toprakları hukuksuz bir biçimde ele geçirmiş, bu inşaatlar nedeniyle Filistin’de ambulanslar dahi hareket edemez hale gelmiştir. Böylesine tasarlanmış bir yok etme savaşının ne ius ad bellum ne de ius in bello bakımından adil veya haklı bir savaş olduğu düşünülebilir.

Kaldı ki Harp Zamanında Sivillerin Korunmasına İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne ek 1. protokolün 85. maddesinde ‘savaş suçu’ olarak sayılan ağır ihlallerin neredeyse tamamı (kişilerin sağlıklarını tehlikeye sokan hareketler, isteyerek sivil halkı ve savunmasız yerleri saldırı hedefi haline getirme, büyük sayılarda ölüm getireceğini bilerek sivil halka, savaş esirlerine ve sivillere insanlık dışı uygulamalar yapılması) bu operasyon dâhilinde gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte ne Birleşmiş Milletlerden ne de söz konusu Afganistan, Libya veya Sudan olduğunda insancıllaşan Batı Dünyasından İsrail’e yönelik bir yaptırım talebi gelmemiştir. İnsancıl müdahale söz konusu dahi edilmemiştir.
Koşulların tam tersi şekilde gerçekleştiğini düşünmek faydalı bir öneri gibi görünmektedir. Hamas’ın, İsrail’de Yahudi yerleşim yerlerini işgal etmesi, bu yerleri bölüp dağıtarak tecrit bölgeleri haline getirmesi, büyük projelerle işgalini genişletmesi, İsrail’i duvarlarla hapsetmesi, İsrail bölgesinde Birleşmiş Milletlere ait okulları, elektrik santrallerini ve hastaneleri bombalaması, onlarca çocuğu, binlerce sivili katletmesi, esirleri çıplak bir biçimde güneş altında bekletmesi durumunda uluslararası toplumun Hamas’ın bu katliamlarına göstereceği tepki ile bugün İsrail’e gösterilen tepki arasında önemli bir fark olacağını düşünmek mümkün görünmektedir.

Sonuç ve Öneriler

Ne yazık ki, batılı devletlerin kendi çıkarlarına uymadığı sürece insancıl müdahale uygulamalarının gerçekleştirilmediği tespitini yapmak mümkündür. Özellikle 2001 sonrasında ABD’nin yarattığı ‘önleyici müdahale’ kavramı ve uluslararası müdahalelerin seçici biçimde uygulanması bu eleştirileri haklı kılacak durumlardır. Bu açıdan devletler tarafından zulme uğrayan, hakları gasp edilen sivillerin korunmasında bu uygulamaların koruyuculuğuna sığınmak yeterli görülemez.

Bu meyanda uzun vadede, halkı devleti ile baş başa bırakan ve egemen devletler arasında sürekli savaş veya savaş tehdidini egemen kılan Vestfalya egemenlik anlayışının terk edilmesi önerilebilir.

Devletlerarasında egemenliğe ilişkin bir anlaşmaya dayanan hem yönetenler hem de yönetilenler bakımından belirli imkânlar sağlayan ve katılan devletlerin üzerinde bir egemenlik biçimi öneren Philadelphia modelinin geliştirilmesi ve bölgemizde egemen kılınması devletlerarasındaki mevcut anarşiyi ve savaşları engelleyecek ve şiddet kullanımını anayasal ilkelerle sınırlandırarak Pax Ottoman döneminde bölgede egemen olmuş huzur ve barış ortamının yeniden tesisine imkân verecektir.

20. yüzyılda insanlığın tanık olduğu dünya savaşları, ağır bir insanlık trajedisi yaratmıştır. Bu trajedilerin tekerrürünü önlemek adına kolektif aklın neticesi olarak ortaya çıkan kavramların içeriksizleştirimine ve kurumların (BM) itibarsızlaşmasına tanık olmaktayız. Emperyal hegemonyanın çıkar ilişkilerini gözetme ve himaye etme güdüsü, sistematik devlet şiddetinden, insan hakları ihlallerine ve devlet terörüne kadar trajedileri mazur görmektedir.

Son olarak, ‘duygu ve duyarlılık kaybının’ global ölçekte tüm insanlığı sardığı müşahede edilmektedir. Şiddeti sıradanlaştırmaya ve kanıksatmaya dönük medyatik araçlar ile global bir duyarsızlığın yaratıldığı görülmektedir. Ne yazık ki, paradoksal biçimde bu duyarsızlığı meşrulaştıran kurumsal aklı, bizatihi bunları önleme misyonu ile oluşturulan ‘Birleşmiş Milletler Örgütü’ gerçekleştirmektedir. Sorun bölgelerinin var olduğu coğrafyaya özgü uluslarüstü örgütlerin de (İslam Teşkilatı Örgütü) benzer bir pozisyona sahip olması manidardır.

*Avrasya Hukuk Kurultayı Tebliğler Kitabı; s.407 (3-7 Eylül 2014, Saraybosna)