Hukukun Felsefesini Yapmak!

Özel olarak hukuk felsefesi bir yana, ülkemizde ‘felsefe yapmak’ ne yazık ki pek de olumlu bir faaliyet olarak görülmemekte. Felsefe yapmaya yüklenen menfi manalar en naif bakışla boşa ‘vakit geçirmek’, ‘zamanını boşa harcamaktan’ başlayarak ‘kafayı yemeye’ yani ‘ruh sağlığını tehlikeye atmaya’ kadar sıralanan bir tayfta yer almaktalar. Ülkemiz insanı düşünmekten çekinmiş hatta korkmuş, belki de korkutulmuş!

Yerleşik bu anlayışın, felsefeye bu menfi, soğuk bakışın nedenleri oldukça çok gibi görünüyor, ayrıca bunları ideolojik, basmakalıp açıklamalara kaçmadan saptamaya çalışmak da kolay değil, ciddi araştırmalar gerekli. Ancak nedenleri ne olursa olsun önemli olan içinde bulunduğumuz durumun vahameti! Düşünmek insanı diğer canlılardan ayıran, insan yapan özelliklerin başında yer alıyorsa, düşünmemenin, daha doğrusu derin, disiplinli, sistemli ya da bilinçli olarak düşünmemenin, bozucu yozlaştırıcı, insanı kendi olmaktan çıkaran etkileri olacağı kuşkusuz. Birçok kişinin söylediği ya da söylemeden paylaştığı derin, kökleşmiş ön yargının ‘felsefe düşmanlığının’ ilk bakışta görülecek muhtemel sonuçları aşağıdaki gibi sıralanabilir:

  1. Sanıldığının aksine insanlar felsefe yapmadan yaşayamazlar ve yaşamazlar! Aslında insanlar düşünürler. Toplumumuza hakim olan eğilimin tehlikeli olan yönü de tam bu noktadadır. Çünkü sistematik, eleştirel, bilinçli düşünmenin reddi, sizi mümkün olan en tehlikeli alana yani eleştirilmemiş ideolojilerin, kısa vadeli çıkarların, sorgulanmamış geleneklerin ya da tek bir kelimeyle tesadüflerin ellerine terk eder. Bu ise bir insan ya da toplum için en kötüsünden daha kötüdür.
  2. Sizin düşünmemeniz, diğerlerinin yani diğer kişilerin, toplumların da düşünmediği anlamına gelmez. Onlar eleştirdiği, sorguladığı, sistemleştirdiği dolayısıyla bilinçlendiği ve planladığı için, hem kendi toplumlarını hem de sizinkini şekillendirirler. Ancak sizin katkınız olmadığı için, en azından onlar kadar olmadığı için yeni tarz, sizin geleceğiniz ve hayat şekliniz büyük ölçüde size yabancı(!), onlara ise aşina olacaktır.

Bu kısa tespitin, en can alıcı sonuçları ise hukuka ilişkin olanlardır. Genelde düşünmeye soğuk bakan bir toplumun belli bir alanda düşünmeye yaklaşımı nasıl olabilir? Değinildiği gibi genel ön yargıya göre felsefe zaman kaybı ise ya da ruh sağlığı açısından sakıncalıysa ‘hukuk felsefesi’ gibi spesifik bir alanın toplumdaki imajı nasıl olabilir? O da genel felsefenin kaderini büyük ölçüde paylaşacaktır yani zaman kaybı olarak görülür. İlaveten bu ‘kayıp hissi’ genel felsefeye göre daha yoğun ve maddi olarak ölçülebilirdir. ‘Hukukun felsefesini yapmak’, yaygın ön yargıya göre, ‘para kaybetmektir’.

Ön yargılar ve tercihler

Hukuk kurallarının özlerini sorguladığınızda, onları yapılış gerekçeleri, varlık nedenleri yani ‘hikmet-i vücutları’ ile günlük uygulamada hizmet ettiklerini karşılaştırdığınızda, hakim kararlarının dayandığı ya da dayandığı varsayılan normların amaçlarıyla bu kararların hizmet ettiği amaçları ve yol açtıkları sonuçları tartıştığınızda, gerekçelerinizin ideolojilerin ya da ideolojileşmiş basmakalıp sloganların ötesine geçmesine çalıştığınızda, harcadığınız zamanı size kimse para olarak ödemeyecektir!

Oysa aynı zamanı bir boşanma davasından vergi ile ilgili sorunlara, şirketlerin birleşmesine, ceza hukukunun derin tartışmalarına ya da fikri haklara harcarsanız, ilgililer size hem ‘müteşekkir’ olacaklar hem de kuru bir teşekkürün ötesine geçerek size harcadığınız zamanın karşılığını ödeyeceklerdir. Çünkü onlar kendilerini sıkan bir evlilikten kurtulmuşlardır, ödemeleri gereken vergi azalmıştır, şimdi piyasada söz sahibi olacak daha büyük bir şirketleri vardır, haklarındaki ceza davası beraat ile sonuçlanmıştır, markaları tescil edilmiştir. Onlara bir faydanız olmuştur. Oysa hakim ön yargıya göre hukuk felsefesi yaptığınızda, ne onlara ne de kendinize bir faydanız olmamıştır!

Gerçekten de olmamış mıdır? Boşanma hukukunun yönü, boşanma nedenlerinin seçimi, anlaşmalı boşanmanın kabulü ve boşanma ile ilgili diğer kuralların seçimi ve tespitinde ne gibi gerekçeler eski ifadeyle “mülahazalar” dikkate alınarak kurallar bugün oldukları biçimini almışlardır. Vergi hukuku ya da fikri haklar için de aynı süreçler işlemektedirler. Hukuk politikasına yön verilirken nelere, hangi değerlendirmelere ve sosyal vakalara dikkat edilmiş ve bunların ağırlığı neye göre belirlenmiştir?

Değişen hukuk felsefesidir

Hukuk tamamen insan yapısıysa, hukuku bir biçimde yapılırken ya da uygulanırken felsefenin hiçbir biçimde rol oynamadığını söylemek yapı malzemesi olmadan inşaat yapılacağını söylemek kadar saçmadır ve gerçeğe gözlerini zorla kapamayı ifade eder. Antik Yunan’da uygulanan hukuku, Orta Çağ’ın Kanonik (Canonic–dini metinlere dayalı) hukukundan ayıran ya da Orta Çağ’ın hukukunu Aydınlanma kaynaklı ‘modern’ hukuklardan ayıran nedir? Hatta bir yasayı bir diğer yasadan ayıran, örneğin 1926 tarihli eski ceza yasamızı 2005 tarihli yeni ceza yasamızdan ayıran nedir? Bunları ayıran özlerinin, bunlara hakim olan ve en ince ayrıntıya dahi sızan temel düşüncenin, felsefenin farkı değil midir? Antik Yunan’da suçtan anlaşılanla Orta Çağ’da suçtan anlaşılan aynı mıdır? Hatta aynı suç için bile bu soru geçerlidir? Adam öldürmenin Antik Yunan, Orta Çağ ve modern sistemlerde suç olduğu kesindir. Ancak aynı suçun bu sayılan sistemlerde aynı olduğunu söylemek mümkün müdür? Kabaca sitenin düzeni olarak hukuk, Tanrı’nın iradesi olarak hukuk ve bireysel ile sosyal faydanın gerçekleştirilme aracı olarak hukuk aynı şey midir?

Kölelik bir zamanlar çok doğal bir kurumken neden bugün bize korkunç hatta iğrenç bir zulüm olarak görünmektedir? Değişen nedir? Yalnızca hukuk kuralları mı? Üretim şekli mi? Hayat tarzı mı? Yoksa insanın insana, insanın kendisine bakışı mı? Eğer öyleyse değişen zaman kaybı olarak gördüğümüz felsefe, hatta hukuk felsefesi demektir.

Halen devam eden resepsiyon dönemi

Bu soruların cevabı, mevcut sistem içinde günlük sorunları çözüp insanlara ‘fayda sağlayarak’ verilemez! Tarihte düşünmenin sorun çıkardığını düşünenler, sürekli kendi düşünmedikleri, dolayısıyla şekillendirip hazırlanmadıkları gelecekte yaşamak zorunda kalmışlardır. Bu hukukta ayrı, önemli ve spesifik bir tarihsel dönemi ifade eder. Avrupa’da başlayan Kodifikasyon dönemini (genel anlamıyla Avrupa’da 1700-1900 arası yıllarda hukukun yazılı hale getirilmesi) takip eden Resepsiyon dönemi (Avrupa devletleri dışındakilerin buradan hukuk ithal etmeleri), hayat ve hukuk üzerine düşünmemenin bir tür faturasıdır. Üstelik ülkemiz açısından resepsiyon bitmiş de değildir. Tanzimat’la başlamış, Cumhuriyetle devam etmiştir ve günümüzde ‘Avrupa Birliği uyum süreci’ adı altında yine süregelmektedir. Çok daha iyi oldukları, daha demokratik yani daha çok hak tanıyan bir düzeni öngördükleri genelde kabul edilen bu uygulamaların ülkemiz hukukuna kazandırılmaları için neden dışarıdan alınmaları gerekmiştir?

Felsefeden kaçışla ilgili çok önemli ve o ölçüde güncel bir nokta daha bulunmaktadır. Ülkemizde son dönemde (aslında zaman zaman artıp azalmakla birlikte hep var olan ama son yıllarda hiç olmadığı kadar su yüzüne çıkan) mümkün olan en geniş anlamıyla baskı gruplarının hukuk üzerinden yaptığı mücadele dikkati çekmektedir. Her ülkede ve sistemde bunun var ve doğal olduğu düşünülebilir. Ancak ülkemizde hukuk üzerinden yürütülen (ama her zaman hukuk içinden değil) bu mücadelenin, Adalet ve Kalkınma Partisi hakkındaki kapatma davası ile çok farklı bir boyut kazandığı, akut hale geldiği söylenebilir. Kamuoyuna yansıyan kısmından anlaşıldığı kadarıyla iktidar ve karşıtları hukuk üzerinden çok kapsamlı bir mücadele sürdürmektedirler. Mücadelenin görünen ve hukuki olarak yürütülen yönü, arada bir ortaya çıkan ve genelde internette servis edilen kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla, yalnızca buz dağının su üstündeki kısmını oluşturmaktadır.

Bu mücadelenin hukuk açısından, özellikle de hukukun insanlık tarihi içinde kazandığı ve idealde temsil ettiği ya da etmesi gereken değerler açısından oldukça ciddi bozucu yozlaştırıcı bir etkisi bulunduğu açıktır. Çünkü mücadelede üstünlük sağlama amacıyla hukuku, onun hayati kazanım ya da değerlerini içeren normlarını ve ilkelerini ‘eğip bükmek’ hukuka olan güveni doğrudan sarsmakta, hatta yok etmektedir. Bu değerlerin tam aksi muhteva ve uygulamaları meşrulaştırmak, sevimli göstermek için kullanılması gerçek bir yozlaşmanın ortaya çıkmasına ve biriken uygulamalarla gittikçe derinleşmesine neden olmaktadır. Burada tek teselli verici olan nokta bu mücadelenin, hukuk üzerindeki bütün bozucu etkisi var olmakla birlikte, yine de hukuk üzerinden yürütülmesidir. Aksi ihtimaller örneğin siyasi suikastlar vb. yöntemlerin uygulanması çok daha korkunç bir tabloyu ortaya çıkarabilirdi. Ancak bunun olmaması mevcudun tehlikesini bertaraf etmemektedir.

Hukuku yozlaştırmanın, hayatı yozlaştırmak anlamına gelmesi durumun yukarıda ifade edilen vahametini biraz daha artırmaktadır. Üstelik bu yozlaşmanın menfaatler güncelliğini biraz kaybettiğinde anlaşılabilir dolayısıyla da düzeltilebilir olmasının, hukukun muhtevasının daima bilinmesine, hakiki manada idrak edilmesine bağlı olduğu da unutulmamalıdır. Bu ise özelde hukuk felsefesinin genelde de felsefenin alanıdır. Bu alanla uğraşarak normların gerçek amaçlarını idrak eden bir kişinin hem gerçek hukukla sunulanı ayırt etmesi daha kolaydır hem de hukukta tartışmalı olanla, tartışılmayacak kadar açık olanı tespiti mümkündür. Ama bunun için hukuk felsefesinin bir alan olarak öneminin anlatılmaya gerek kalmayacak ölçüde anlaşılmış olması lazımdır.

Prof. Dr. Ahmet Ulvi TÜRKBAĞ
1989 yılında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı üniversiteden, 1991 yılında kamu hukuku alanında yüksek lisans, 1997 yılında doktora derecesini aldı. 1997 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne yardımcı doçent olarak atandı. 2004 yılında Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde doçent oldu. Aynı üniversitede 2010 yılında profesörlüğe atanmış bulunmaktadır.

Başlıca eserleri:
– Alexis de Tocqueville’de Amerikan Demokrasisi ve Bunun Getirdiği Problemler, 1991.
– 17. Yüzyıl Rasyonalizmi ve Bunun Devlet Teorisine Etkileri: Spinoza’nın Genel Felsefesi, 1997.
– Felsefe, Sosyoloji, Hukuk ve Devlet, 2009.
– R. Williams, Televizyon Teknoloji ve Kültürel Biçim (Çeviri), 2003
– R. Dworkin, Hakları Ciddiya Almak (Çeviri) 2007
– Kanıtlanamayanı Kanıtlamak: Ronald Dworkin’in Hukuk Kuramı, 2009.

Bu içerik daha önce İdeal Hukuk dergisinin 5. sayısında yayımlanmıştır.