Ahmet Gökcen: Çağdaş anlayışla idam cezasının bir faydası olabilir mi?

İdam cezası tartışmalarıyla ilgili hazırladığımız özel dosyada alanında uzman hukukçu ve akademisyenlerden bu konu hakkındaki görüş ve düşüncelerini aldık. Görüşlerine başvurduğumuz ilk isim Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Gökcen. Prof. Dr. Gökcen, “İdam Cezası” dosyamızla ilgili sorularımızı yanıtladı.

Ceza hukukçusu olarak idam cezasının olumlu ve olumsuz yönlerini değerlendirir misiniz?

Arapça asıllı bir kelime olan idam; “adem” (yokluk, yok olma) kelimesinin if’al vezninden masdar şekli olup “yok etme, kişinin hayatına son verme” anlamına gelir.

İdam cezası, yaklaşık 7 bin yıllık insanlık tarihinde bugüne kadar varlığını sürdürebilmiş bir cezadır. Tarihin ilk devirlerinde birçok suça ölüm cezası verilmekteydi. Bunun sebebi “yapılmış olan fenalığının ancak kan akıtılmak suretiyle karşılanabileceği” ve “kanı ancak yine kanın temizleyebileceği” hususunda yaygın bir kanaatin mevcut olmasıdır. Birçok suç hakkında tatbik edilen bu cezanın müellifler tarafından eleştirilmesine Aydınlanma Çağına kadar pek rastlanmaz. Söz konusu cezanın kaldırılması toplumun kültür seviyesi ile yakından alakalı olduğundan, medeniyet ilerledikçe ölüm cezası ile ilgili tartışmalar artmıştır.

Ölüm cezasının muhafaza edilmesini savunanlar, felsefi açıdan ölüm cezasına karşı olup, bunun mevzuattan çıkarılmasını isteyenlerin ileri sürdükleri, “tanrı tarafından insanlara armağan edilen hayatı toplumun almaya hakkı olmadığı” şeklindeki görüşü kabul etmezler. Onlara göre insanın doğal haklarından olan hayat hakkını hiçe sayarak birini öldürenin hayatı üzerinde toplumun tasarruf edemeyeceği görüşü, insanların yaşam haklarının ve dolayısıyla toplum düzeninin tehlikeye girmesine neden olur. Toplumun, güvenlik ve huzurunu bozanlara karşı koymaya hakkı vardır. Ölüm cezasını savunan Saint Thomas d’Aquin’e göre insan için zorunlu olan toplum, varlığını sürdürmek ve gelişmek için gerekli bütün haklara sahip olmalıdır. Kangren olmuş bir uzuvdaki hastalığını diğer uzuvlara da sirayetine engel olmak için uzvun kesilmesinde tereddüt, edilmemelidir.

Ceza siyaseti bakımından ölüm cezasının tamiri mümkün olmadığı ve derecelendirilememesi dolayısıyla adil olmadığı da ileri sürülmüştür. Gerçekten failin suçluluğunun ağırlığına göre diğer cezaların ayarlanmaları ve derecelendirilmeleri mümkün olduğu halde örneğin taammüden bir kişiyi öldürenle dört kişiyi öldüren de ölüm cezasına çarptırıldığından, söz konusu cezada derece yoktur. Fiiller arasındaki ağırlık farkı, cezaya yansımamaktadır.

Ölüm cezası aleyhinde ileri sürülen en esaslı itirazlardan birini adli hata halinde, bu cezanın telafisinin mümkün olmamasıdır. Diğer cezalarla mahkûmiyetlerde adli hatalar yapılsa da bunların tamir ve telafisi nispeten mümkündür.

Ölüm cezasının ortaya çıkardığı zararın telafisinin mümkün olmadığı eleştirisi bütün hürriyeti bağlayıcı cezaların da tamiri olmadığı şeklinde cevaplandırılmıştır. Gerçekten uzun süre ceza infaz kurumunda kalanın, adli bir hataya kurban gittiğinin anlaşılıp serbest bırakılması üzerine kendisine verilen tazminat – miktar ne kadar yüksek olursa olsun – haksız yere hürriyetinden kısıtlandığı seneleri karşılamaz. Buna karşılık denilmiştir ki bir masumu idam sehpasına yollayan adli hatalar, bir hastanın ölümüne yol açan tıbbi hatalardan sayı olarak çok daha azdır. Bütün insani kurumlara yüklenebilen bu hatalar onların ortadan kaldırılması için bir sebep oluşturmazlar.

Ölüm cezasının adil olmadığına ilişkin eleştiriyi cevaplayan ve bu cezanın muhafaza edilmesini savunanlar eleştirinin kabulü halinde derecelenebilme niteliğinden mahrum olan müebbet hürriyeti bağlayıcı cezanın da mevzuattan çıkartılması gerektiğini söylerler. Suçun meydana getirdiği fenalıkla cezanın sebep olduğu ızdırap arasında kısaca suç ve ceza arasında hakiki bir derecelendirme insan adaletinin gerçekleştiremeyeceği bir idealdir. Diğer bir deyişle insan adaleti, işlenen suçun yarattığı fenalıkla, cezanın hükümlüye vereceği zarar arasında tam bir denklik sağlamaktan mahrumdur. Aksi düşünülseydi eski devirlerde olduğu gibi ölüm cezaları arasında bir derecelendirme yapılarak hayatın ortadan kaldırılması yanında ona tekaddüm eden işkencelere de yer verilirdi. Bunun ise kabul edilemeyeceği açıktır.

İnfaz bakımından ölüm cezasının korkutucu olmadığından faydasız olduğu ve uslandırma vasfından yoksun bulunduğu ileri sürülmüştür.

Ölüm cezasının aleyhinde olanlar, bu cezanın başkalarını korkutmaması ve dolayısıyla suçların işlenmesini önleyememesi nedeniyle faydasız olduğunu ileri sürer. Gerçekten ölüm cezasının uygulandığı ülkelerde bu cezayı gerektiren suçların sayısında bir azalma müşahede edilmemektedir. Ölüm cezası zannedildiği gibi korkutucu bir niteliğe sahip olsaydı, bu cezanın tatbik edildiği ülkelerde ağır suçların işlenmemesi veya hiç olmazsa sayılarının azalması gerekirdi. Oysa mevzuatlarından ölüm cezasını çıkaran veya fiilen bu cezayı uygulamayan ülkelerde, söz konusu cezanın tatbik edilmesini gerektiren suçların artmadığı müşahede edilmektedir. Şayet ölüm cezasını gerektiren fiillerin oranı söz konusu cezayı kanunlarından kaldıran veya fiilen uygulamayan ülkelerde artsaydı, bu ceza tekrar mevzuata dahil edilir veya fiilen tatbik edilirdi.

Ölüm cezasının muhafazasına taraftar olanlar yukarıdaki itirazlara karşı demişlerdir ki istatistikler tarafından belirtilen göstergeler doğru yorumlanmalı ve açıklanmalıdır. Ölüm cezasını mevzuatlarından çıkaran ülkeler zaten bu cezayı uzun zamandan beri fiilen uygulamıyorlardı. Bu bakımdan hukuken kaldırılmadan evvelki suçluluk miktarları ile sonrakiler arasında fark bulunmaması pek bir şey ifade etmez. Diğer taraftan ölüm cezasının hukuken kaldırılması genellikle bir ülkenin siyasi, ekonomik ve sosyal şartlarının iyileşmesi nedeniyle suçluluğun azaldığı dönemlerde gerçekleşir; Değişiklikten sonra suç sayısının azalması, ölüm cezasının kaldırılmasına neden olan şartların etkisinin devam etmesindendir. Ayrıca denmiştir ki ölüm cezasının korkutucu niteliğinin bulunmadığından bahsedebilmek konuyla ilgili ampirik çalışmaların yapılmasına bağlıdır. Bu cezanın infazında hazır bulunup da daha sonra korkmadan söz konusu cezayı gerektiren suçları işleyenlerin sayısından bahsedilmektedir. Buna karşılık ölüm cezasının tehdidinden korkarak bu cezayı gerektiren suçları işlemeyenlerin sayısı bilinmemektedir. Herhalde bunların sayısı ölüm cezasının infazında hazır bulunmasına müteakip suç işleyenlerden daha fazladır. Ölüm cezasının diğer cezalara göre kati olmasının onun etkinliğini, korkutuculuğunu sağladığı da unutulmamalıdır.

Ölüm cezasının kaldırılmasını savunanlar, kısasın modern bir şekli olan suç ve cezanın denkleştirilmesinin medeni bir toplumda yeri bulunmadığını ileri sürerler. Cezanın esas gayesi kefaret (ödetme) değil, mahkûmun uslandırılması, topluma uyarlı bir insan haline getirilmesidir. Bu gaye mahkûmları ıslah edebilecek bir infaz rejiminin uygulanmasıyla sağlanabilir. Ölüme gönderilen kişinin artık uslandırılması mümkün değildir. Oysa bugünkü modern ceza infaz ilmi, suçluyu eğitmek, meslek öğretmek suretiyle onun topluma yeniden kazandırılması amacını güder.

Ölüm cezasının muhafazasına taraftar olanlar ise cezanın gayesinin yalnız uslandırma olmadığını belirtirler. Cezanın korkutma – önleme gayesi de vardır. Bu gayenin elde edilmesinde en etkili cezalardan biri de ölüm cezasıdır. Diğer taraftan öteki cezaların da mahkûmları her zaman uslandırdığı iddia edilemez.

Ayrıca denmiştir ki, suç bazı kimselerin bünye ve yapılarının zorunlu bir sonucudur. Mutlaka suç işleyecek bu gibi kimselerin ıslahları mümkün değildir. Bunları ıslah değil, ancak zarar vermeyecek duruma getirmek söz konusu olabilir. Islahı mümkün olmayan bu şahısların ölünceye kadar cezaevlerinde beslenmesi ve bunların masraflarının dürüst ve namuslu vatandaşlara yükletilmesi doğru olmayacağından bu gibi kimselerin yok edilmesi gerekir.

Ölüm cezasının kaldırılmasını savunanlar, bu cezanın insani hisleri rencide eden dehşet verici olduğunu belirtirler.

Bu cezanın lehinde olanlar ise, ölüm cezasının müebbet hürriyeti bağlayıcı cezadan daha az insancıl olduğunun kesinlikle ileri sürülemeyeceği kanaatindedirler. Ölüm cezasının kaldırılması kabul edilse de toplumsal savunma zorunlukları, söz konusu cezadan çok daha iğrenç, tiksindirici cezaların konulmasını gerektirecektir. Ölüm cezası vasıtasıyla çektirilen azap, ızdırap kısadır. Mevzuu hissi bakımdan ele alan Gabriel Tarde “En ağır ceza konusunda biz, hakkıyla etkili olan şu iki cezalandırma usulünden birini tercihe mecburuz: ızdırap çektirmeden öldürmek veya öldürmeden ızdırap çektirmek. Birinci usulün daha az insani olduğu kesin değildir” demektedir. Bu satırlarla Tarde, ölüm cezasının tasfiye edici cezalar arasında daha insani olduğunu anlatmak istemektedir. Ölüm cezasının muhafazasını savunanlar, söz konusu cezanın dehşet verici niteliğinin büyük ölçüde infazla ilgili olduğunu belirttikten sonra, mümkün olduğu kadar insani bir infaz şeklinin tatbikini tavsiye ederler.

İdam cezası kişiyi topluma kazandırmaz

Bugünkü çağdaş anlayışla idam cezasının bir faydası olabilir mi? Bu sorunun cevabı yukarıda kısmen verilmişti. İnfazın amacı suç işleyen bir kimseyi topluma yeniden kazandırmaktır. İdam cezasını uyguladığınız kişiyi topluma kazandırma gibi bir imkan kalmıyor. Eğer bu cezanın getirilmesi ile işlenen bazı suçların azaltılması düşünülüyorsa bunun çok etkili olmayacağını belirtmek gerekir. Çünkü insanlar cezasına bakarak suç işlemiyorlar. İdam cezası gerektiren suçlar neden işleniyor? Asıl bunun üzerinde durmak gerekir. Bir hukuk devletinde asıl olan, idam cezası vermeyi düşündüğünüz fiillerin işlenmesini önleyecek tedbirlerin alınmasıdır. Yapılması gereken budur. İdam cezası gerektiren fiili işleyen kişiye bu cezayı vermek kolaydır. Zor olan bu cezayı gerektiren ağır fiillerin işlenmesini önlemek, buna ilişkin tedbirleri almaktır. Standardı yüksek bir hukuk devletinin bunu başarması gerekir.

Öte yandan işlenen suçlar karşılığı uygulanan cezalara baktığımızda Türkiye’de diğer Avrupa ülkelerine göre cezaların çok ağır olduğunu görürüz. 1 Haziran 2005’te yürürlüğe giren TCK’da suç sayılan fiillerin karşılığında uygulanan hapis cezalarının; hem süre olarak hem de infaz kurumunda geçirilmesi gereken zaman bakımından 765 sayılı mülga TCK’ya göre çok olduğunu görüyoruz. Buna rağmen suçların işlenmesinin azalmadığı söyleniyor.

Biliyorsunuz; TCK yürürlüğe girdikten 15 yıl sonra 7242 Sayılı Kanunla Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda değişiklik yapılarak cezaevinde kalma sürelerini azaltmak suretiyle cezaevinden yaklaşık 100 binden fazla kişinin tahliye edilmesi sağlanmıştır. Niçin bu cezaların infaz sürelerinde azalmaya gidiliyor? Çünkü cezaların ağır olduğu düşünülüyor.

İdam cezasını tekrar getirmek hukuken mümkün

Bir yandan cezalar ağır deyip cezaları indirdiğimiz bir dönemde -bu değişiklik geçtiğimiz nisan ayında gerçekleşti- bu cezalardan bazılarının hafif olduğundan bahisle idam getirilmek istenmesi bir çelişkidir. İdam cezası getirilebilir mi? Hukuken bu mümkündür. Parlamentonun Anayasa’dan idamı çıkarma yetkisi olduğu gibi tekrar getirme yetkisi de vardır. Ama bu durum ülkeye ne kazandırır ve ne kaybettirir? Buna bakmak lazım. Bu cezayı getirmek isteyenler cezaların işlenmesinin azalmasını, genel önleme ve özel önleme olarak ifade ettiğimiz kuralın işleyeceğini ve bu cezayı gerektiren suçların işlenmesinin azalacağını düşünüyorlar. Ama ben bundan tam emin değilim. Çünkü bununla ilgili elimizde bir veri yok.

Konunun tamamen günübirlik değerlendirmeler sonucunda gündeme gelmiş suni bir tartışma maddesi gibi görüyorum. İdam cezasının tehlikeliliğinin en acı örnekleri 1961 yılında halkın oylarıyla seçilmiş bir başbakan ve iki bakanın idam edilmesi olayında yaşanmıştır. Türkiye bundan ne kazandı? Hâlâ bunun acıları, idam edilenlerin ailelerinde ve ülkenin belli bir kesimde tazedir. İdam edilen başbakanın ismi şimdilerde İzmir’deki havalimanına verilmiş. Demek ki tasarruf yanlış. Hapis cezası verilmiş olsaydı şimdiye çoktan tahliye edilirdi. Günümüz şartlarında hukuk eğitimi almış kişilerin ısrarla bu cezanın getirilmesi yönünde bir talepleri olduğunu düşünmüyorum.

İdam cezasının geri getirilmesi mevcut hukuk sistemimizde mümkün mü? Eğer ki bir anayasa değişikliği yapılmak istense referandum ile halkın onayına sunulsa ve evet oyları yüzde 51 olsa yine de pratikte idam cezası kolayca hukuk sistemimizde uygulanabilir mi?

İdam cezaları 1984’ten bu yana ülkemizde uygulanmıyor. 2002’de kısmen, 2004’te tamamen Anayasa’dan çıkarıldı. Ama geri de getirilebilir. Elbette hukuken idamı getirmek mümkündür. Devletin Anayasası, parlamentosu var. Bizim ceza muhakemesi hukukumuz var. İdam cezasının verilmesi için kişinin önce muhakeme edilmesi gerekir. Ceza muhakemesinin amacı maddi gerçekliğe ulaşmaktır. Maddi gerçeklik için sübut aranır. Sübut demek failin fiili işlediğini delillerle yüzde yüz oranında ispatlanması demektir. Bu şekilde suçun işlendiğinin ispat edilerek cezaevine konan kimseler, gerçekten bir suç işlemiş ve bunun cezasını alarak mı cezaevine giriyorlar? Yoksa yanlış değerlendirme sonucunda mı cezaevindeler? Bu anlamda meseleye baktığımızda halka sunulan yargı hizmetinin kalitesinin istenilen düzeyde olmadığı hemen göze çarpar. Bazı suçların failleri dışarıda gezerken bazı kimselere hak ettiğinden fazla cezalar verilmektedir.

Bu durum devletin halka verdiği yargı hizmetinin kalitesiyle ilgili bir konudur. Bizim halka sunduğumuz yargı hizmetinin kalitesinin standardı düşüktür. Bunu da dikkate almak lazım. Maddi gerçeğe ulaşarak kişileri cezalandırmak isterken yanlış kişilere ceza vermekten endişe ederim.

İdam cezasını tekrar uygulayabilmek için Türkiye’nin 2004 yılında kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) 6’ıncı madde ve 13 ek protokollerinden vazgeçmesi pratikte ne kadar mümkün? AİHS’ten vazgeçilmesi durumunda Türkiye açısından başka olumsuz sonuçlar ortaya çıkabilir mi?

Elbette çıkar. Bu hal Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tamamından vazgeçme anlamına gelmez. Sadece idamla ilgili getirilen protokoldeki taahhüdümüzden vazgeçme durumu olabilir. Sözleşme 4 Kasım 1950’de Roma’da imzalanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılmış bir sözleşme olup insan haklarını korumayı amaçlamaktadır. Bu sözleşmede güvence altına alınan hakları garanti etmek için bir denetim mekanizması olarak Strazbourg’ta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kurulmuştur. Uluslararası bir sözleşmeye taraf olmak mümkün olduğu gibi bu sözleşmeden akit devlet olarak çıkmak da mümkün olabilir. Ancak ligine girmek istediğiniz gelişmiş Avrupa ülkeleri Türkiye Cumhuriyeti’nin bu tür bir yönelimine ne tepki verecek? Devlet olarak biz bu tepkileri göğüsleyebilecek miyiz?

1984’ten beri idam cezasını uygulamıyoruz. 2004 yılında tamamen Anayasa’dan çıkarmışız. 36 yıldır idam cezasını uygulamıyoruz. Bu ceza uygulanmadığı için Türkiye ne kaybetmiştir? Bu süreçte 15-20 kişi idam edilmiş olsaydı Türkiye ne kazanacaktı? Bunun muhasebesi yapılmış mıdır? Ben yapıldığını zannetmiyorum. AB’ye girme hedefinden, daha önemlisi Avrupa ülkelerinin standartlarını yakalama hedefimize bu davranış ülkeyi ne ölçüde yaklaştırır. Buna bakmak lazım. Sözleşmeden, taahhütlerimizden, girdiğimiz gibi çıkabiliriz ama bunu neden yaptığımızı ve neyi amaçladığımızı liginde olmayı istediğimiz devletlere izah etmekte zorlanırız. İran, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni tanımıyor. Bu tür sınırlamaları yok. Biz de daha farklı bir standartta devlet yapılanması düşünüyorsak bu değerlendirilebilir. Ama şu anda öyle bir eğilim yok.

Bu konu bir anda nereden çıktı anlamış değilim. Eğer biz bu sözleşmeden çıkarsak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve idam cezasının kalkmasına taraf olan devletlerin gösterecekleri tepkilere göğüsleyecek durumda olmalıyız. Bunun uygulamanın bir de şöyle bir mahzuru olacak: Türkiye’de suç işleyip yurt dışına kaçanlardan iadesini istediğimizde “Türkiye’de idam var. İade etmeyin” diyecekler. Zaten şimdi de iade etmiyorlar. Normal şartlarda suçluları iade etmek istemeyen ülkelere karşı güzel bir bahane sunmuş olacağız.

İdam cezasına alternatif Türk hukukunda hangi adımlar atılabilir? Özellikle belli suçlarda ceza artırımı yapılması bu tartışmaların önüne geçebilir mi?

Dünyada en ağır cezalar Türkiye’de

Dediğim gibi Türkiye’de cezalar zaten çok ağır. Bizim cezaların ağırlığı açısından bir problemimiz yok. Bir hukuk devletinin görevi suçun işlenmesini önlemektir. Bu konuda azami tedbirleri almak gerekir. Siz bu tedbirleri alırsınız ama yine de suç işlenir. Artık bütün tedbirleri aldıktan sonra yine de suç işleniyorsa faili bulup suçuyla orantılı bir şekilde cezalandırmanız gerekir. Bu cezalara baktığımızda dünya ülkeleri içerisinde en ağır cezaları biz veriyoruz. İskandinav ülkelerinden birinde, bir kişi 44 kişiyi birden katletti. 20-25 yıl arasında bir ceza verdiler. Bizde olsa 44 tane ağırlaştırılmış müebbet cezası verilir. Mesele, cezaların hafif olmasından kaynaklanmıyor. Mesele bu ağır suçların işlenmesine imkan sağlayan vasatı ortadan kaldırmak. Doğrusu cezalar bizde çok ağır. Bu yüzden 7242 Sayılı Kanun’la şartla salıverilme bakımından 3/4 olan hapis cezalarının infaz süresi 2/3’e, 2/3 olan infaz süresi ½’ye indirilmiştir. Bunlar şartla salıverilme durumlarında olanlar. Başka bir anlatımla cezasının yüzde 75’ini yatacakken yüzde 67’sini, yüzde 67’sini yatacakken yüzde 50’sini yatınca şartla salıverilecek. Bu da yetmiyor. Şartla salıverilmesine üç yıl kala da denetimli serbestliğe geçilecek. Şartla salıvermeden de üç yıl geriye çekiyoruz. Niçin? Çünkü ceza evlerinde yer yok.

Ceza hukuku sihirli bir değnek değildir

Almanya ile bizim nüfusumuz aynı. Orada 70-80 bin hükümlü ve tutuklu varken bizde 300 bin kişi var. Devlet cezaevi yapmaya yetişemiyor. Çünkü cezalar çok ağır. Bu yüzden bir kişi cezaevine girdiği zaman çıkamıyor. Ama dışarıda kalanlar yine suç işlemeye devam ediyor. Bu da gösteriyor ki Ceza hukuku sihirli bir değnek değildir. Hapis cezası başka türlü ıslah edemediğimiz insanları en az zararla tekrar topluma nasıl kazandırabiliriz düşüncesiyle ortaya çıkmıştır. Hapis cezasıyla yetinmeyip idam edeceğiz. “İdam, bazı suçlar bakımından olsun” deniliyorsa bu parlamentonun bileceği iştir. Ama eğer bununla suçların azaltılacağı düşünülüyorsa bu doğru değildir.

765 Sayılı Kanun’a göre cezalar hatırı sayılır derecede artırılmış olduğu için Türkiye’nin nüfusuna paralel olarak suçların arttığı halde cezaevlerinin mevcudu 300 bine kadar ulaşmıştır. Eğer cezalar ağırlaştığı için suçlar azalsaydı mahkumların sayısı düşerdi.

2000 yılında ve kamuoyunda Rahşan Affı olarak bilinen 4616 sayılı kanun da cezaevi mevcudu çok olduğu için çıkarıldı. O zamanlar cezaevlerinde yaklaşık 60 bin hükümlü vardı. Aradan 20 sene geçti. Mevcut 300 bine çıktı.

TCK cezaları hatırı sayılır bir derecede artırdı. Cezası arttığı için cezaevinde daha uzun süre kalınıyor ve insanlar çıkamıyor. Ancak suç işlenmeye devam ediyor ve cezaevlerinin mevcudu artmaya devam ediyor. Buna ne çare bulundu? Cezaları azaltalım dediler. Peki cezaların miktarı fazla diye azalttıktan kısa bir süre sonra cezalar az diye ağırlaştırılmış müebbet hapsi idama çıkarmak hangi mantıkla izah edilecek? Bu bir çelişkidir.

İdam cezasının belli katalog suçlar için uygulanacak olması yeterli midir?

Değildir. Bizim iki sorunumuz var. Suçun işlenmesini önleyecek tedbirleri almak. Bir hukuk devleti, suçun işlenmesini en üst düzeyde önlüyorsa standardı en yüksek en başarılı hukuk devletidir. İstanbul’da ya da Türkiye genelinde 2018’de, 2019’da ve bu yıl kaç kişi öldürülmüş? Her sene bu rakamlar düşüyorsa ne güzel. Çocuk doğarken masum doğar. Suç işlemesini, adam öldürmesini içinde bulunduğu toplumda öğrenir. Niye insanlar suç işliyorlar? Bunun birçok sebebi vardır. Avrupa ülkelerinde bu kadar şiddet içerikli dizilerin televizyonlarda yayımlandığını zannetmiyorum. Bir taraftan şiddet içerikli, cinsel içerikli yayınları olabildiğince geniş bir şekilde yayımlıyor, herkesin en kolay ulaşabileceği şekilde bunu topluma sunuyoruz. Daha sonra suçlar neden arttı diye şikayet ediyoruz. Bu tam bir fasit dairedir. Bunu çözmek lazım.

Biri öldürüldüğünde devlet 1-0 mağluptur

Bir kişi öldürüldüğünde ya da malı çalındığında Devlet 1-0 mağluptur. Devlet o kişinin canını, malını koruyamamıştır. Bu mağlubiyetin telafisi için ne yapmamız gerek? Olayın failini bulup cezasıyla orantılı olarak cezalandırmak gerek. Bu ahvalde bir de yanlış bir kişiyi cezalandırırsak ne olacak? Bir de o kişiyi idam edersek ne olacak? Büyük bir facia olur. Ceza muhakememizin en büyük sorunu delillerin iyi toplanmasını, soruşturmanın sağlıklı yapılarak suçsuz kişiler hakkında dava açılmasının engellenmesini, mahkum olacak kişiler hakkında dava açılmasını sağlamaktır. Bunu yapacak olan da hukukçulardır. Bir tutuklama, tutuklamaya sevk etme yetkisi Cumhurbaşkanı’nda yoktur. Bakanda, Genelkurmay Başkanında yoktur. Kimde var? Hâkim ve savcıda var. Bu kadar devlet yetkisini kullanacak kişinin bu yetkiyi kullanacak donanımda olması lazım. Bu donanım hukukçularımızda var mı? Hayır. Ve bu anlamda standartlarımız günden güne düşüyor.

Suça sürüklenen çocuk, çocuk gelinler, şimdi de çocuk hâkim ve savcılar dönemini yaşıyoruz. Bu maddi gerçeğe ulaşma oranımızın bu kadar düşük olduğu yerde idam cezasını önermek, idam cezasının getirilmesini istemek hakikaten yürek ister. İdam cezasına alternatif olarak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası var. Kişi 30-40 yıl cezaevinde kalabiliyor. Bazı suçlar var ki o suçlardan mahkum olanlar şartla salıvermeden hiç yararlanamıyor. Bunun daha ağırı idam. İdama alternatif olarak öngördüğümüz sınırlı kataloğun içerisindeki cezaların suçları çok ağır. Mesela cinsel saldırı, uyuşturucu madde ticareti gibi suçların hem cezaları ağır hem de infazları 3/4 oranında. Avrupa’da bizde verilen cezaların neredeyse yarısı veriliyor. Ama Almanya’da suç işleme oranı ne kadar, Türkiye’de ne kadar? İkisinin de nüfusu aynı. Bu durum eğitimle, gelişmişlikle alakalıdır. Suç işlemiş profile bir bakın. Kimler suç işler? Parçalanmış ailelerin çocukları, işsiz olanlar, fakir olanlar sahipsiz olanlar. Suçluluğun temelinde bunlar vardır. Bunları çözmek gerekir. Bunların çözümü için kimse uğraşmıyor ama idam cezasını getireceğim dediğinizde popülist bir söylem oluyor. O da karşılık buluyor.

İdam cezasının uygulanmasında ölçülülük ilkesine bağlı kalmak ne kadar mümkün? İdam cezasının yol açacağı mağduriyetler olacak mıdır? Olmaması için bir çözüm üretilebilir mi?

İdam cezası geldiğinde ölçüsü kaçabilir

Ölçülülük demek işlenen suçla verilecek olan cezanın orantılı olmasıdır. Hz. Allah kasten işlenen suçlarda suçun mağduruna kısas ist eme hakkı verildiğini Kuran-ı Kerim’de belirtiyor. Ama aile veya mağdur affederse daha iyi bir tercih olacağı da söyleniyor. En doğrusu mağduru, yakınlarını suçlu ile barıştırmak suretiyle olur. Önemli olan onları en ağır şekilde cezalandırmak değil barışmalarını sağlamaktır. Asıl toplumsal düzen böyle kurulur. Ölçülülük için benim önerim uzlaştırmayı, failin mağdurun mağduriyetini gidermek, sanığın da verdiği zararı telafi etmesi için ona birtakım mükellefiyetler getirmek suretiyle tarafların barışmasını sağlamaktır. En doğrusu budur.

Dünyadaki diğer devletlerin uygulamalarına baktığımız zaman bizdeki cezalar Batı ülkelerine göre mukayese ettiğimizde daha ağır. Cezalar şu anda bizde ölçüsüz. İdam cezası geldiğinde çok daha ölçüsü kaçmış olabilir. Buna karar verecek olan neticede parlamentodur, siyasilerdir. Türkiye’de açık bir rejim var. Bu anlamda Türkiye’nin Avrupa Birliği değerlerinden bin bir zahmetle 1950’lerden bugüne kadar elde edilen ve bir arpa boyu gidilen kazanımlardan tekrar en başa döner miyiz? Zannetmiyorum. O yüzden bazı mahfillerin gündemi değiştirmek amacıyla ortaya attıkları ve konuyu tartıştırıp buna gerek yok diyecekleri bir noktaya geleceklerin değerlendiriyorum. Ama burası Türkiye. Olmaz dememek lazım. Her şey olabilir.


İdam cezası tartışmaları özel dosyamızın diğer bölümlerine göz atın: