Av. Bilal Koldaş

*31.05.2009 tarihinde İDSB tarafından düzenlenen Uluslararası Yaşayan Filistin Sempozyumunda sunulmuştur.

GİRİŞ

İsrail işgal güçlerinin Filistin’e yönelik saldırıları, aynı zamanda her seferinde savaş suçu, insanlığa karşı suç ve soykırım suçu gibi Uluslararası ağır nitelikte suç işleyen İsrailli askerlerin ve diğer yetkililerin yargılanması sorununu da beraberinde getirmiştir.

Özellikle saldırı zamanlarında bilgi eksikliği ve kirliliği sebebiyle, yargı mekanizmasıyla ilgili karışık bir tablo çizilmiş ve dünya kamuoyuna yanlış bilgiler aktarılmıştır. Uluslararası Ceza Mahkemesinin merkezi Lahey’de bulunduğu için bu mahkeme çoğu zaman Lahey Adalet Divanı ve yine Lahey’de kurulan Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesiyle karıştırılmıştır. Bunun haricinde suç işleyen zanlıların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde veya başka Uluslararası makamlar nezdinde yargılanacağına ilişkin haberler de yapılmıştır. Hatta daha önce adını hiç duymadığımız ve gerçekte de var olmayan birtakım mahkemelerin adı zikredilmiştir.

Uluslararası ağır nitelikte suç işleyen İsrailli zanlıların, Uluslararası Ceza Mahkemesinde veya ulusal mahkemelerde yargılanması sorununu irdelerken öncelikle anılan mahkemelerin tanınması ve yargılama yetkisinin sınırlarının bilinmesi gerekmektedir. Ancak bu aşamadan sonra gerek Filistinlilerin gerekse İsraillilerinin mahkemeler karşısındaki konumlarını tespit etmek ve sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek mümkün olacaktır.

Tebliğimizde Uluslararası Ceza Mahkemesi ile birlikte evrensel yargı yetkisi, bu yetkinin ulusal mahkemelerde kullanılması ve alternatif yargılama yolları konu edilecektir. 

I. BÖLÜM

ULUSLARARASI CEZA MAHKEMESİ

TARİHİ SÜREÇ

2002 yılında Hollanda’nın Lahey kentinde kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesinin kuruluşu uzun bir sürece dayanmaktadır.

Geçmiş dönemlerde, savaşlarda galip gelen taraflar, mağlup taraf fertlerini dilediği gibi cezalandırabiliyordu. Savaş esirlerinin köle olarak kullanılması da yaygın bir uygulamaydı.

Savaş sırasında veya sonrasındaki uygulamalar genelde anlaşmalara, örf ve âdet hukukuna veya tarafların dini ve ahlaki değerlerine göre değişiklik arz ediyordu.

Örneğin İslam dini savaşa birtakım kurallar getirmişti. İslam’a göre; istila, sömürü ve tecavüz gibi saldırılar meşru sayılmamış, ayrıca çocukların, kadınların, yaşlıların, yatalak hastaların, mecnunların, sakatların, savaşa iştirak etmeyen din adamlarının, esnaf ve çiftçi gibi sivil halkın öldürülmesi yasaklanmıştır. Aynı şekilde insanlara işkence yapmak, cesetlerden organ kesmek, düşmanın savaşı kazanmasına vasıta olabileceklerin haricindeki evleri yıkmak, hayvanları öldürmek ve bitkileri kesmek veya tahrip etmek men edilmiştir. Toplu ölümlere yol açabilen mancınık ve top gibi silahların meşruiyeti de zamanla sorgulama konusu olmuştur.

16. yüzyılda yaşayan Hollandalı düşünür Hugo Grotius, savaşan devletlerin bazı yükümlülük ve yasaklara uyması gerektiği fikrini savunmuştur. Modern silahların tahrip güçlerinin fazla olması, bu konuda Uluslararası düzeyde adımlar atılmasını gerektirmiştir.

Bu yolda 1864 yılında İsviçre’de “Savaşta yaralananların korunmasına ilişkin Cenevre Sözleşmesi” imzalanmıştır. 1899 ve 1907 yıllarında yapılan Lahey Konferanslarında savaş hukuku alanında birtakım kurallar imza altına alınmıştır.

Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Versailes Antlaşmasında, başta Alman İmparatoru olmak üzere savaş suçlularının yargılanması ve cezalandırılması konusunda hükümlere yer verilmişti. Ancak savaş sonrasında yaşanan bazı gelişmeler, yargılamaya ilişkin anlaşma hükümlerinin hayata geçirilmesini mümkün kılmamıştır.

Yine Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti’nin galip güçler tarafından paylaşılmasını öngören 1920 tarihli Sevr Anlaşmasında da, savaş suçlularının yargılanması konusunda maddeler yer almaktaydı. Ancak bu antlaşma, Meclisi Mebusan tarafından onaylanmamıştır. Ayrıca Yunanistan dışında, antlaşmayı imzalayan diğer ülkeler tarafından paylaşım sorunları nedeniyle onaylanmadığı için bu antlaşma “ölü antlaşma” şeklinde değerlendirilmiş ve uygulama alanı bulamamıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonuna gelindiğinde yaklaşık 72 milyon insanın hayatını kaybetmişti. 1945 yılında savaş suçlularını yargılamak üzere Nürnberg Uluslararası Askeri Mahkemesi (Nürnberg Tribunal) ve akabinde 1946 yılında Tokyo Uluslararası Uzak Doğu Askeri Mahkemesi (The International Military Tribunal for the Far East)  kuruldu. Ancak bu mahkemeler, galip devletlerin isteği doğrultusunda kurulmuş ve yargılama yapmıştı. Bu nedenle anılan mahkemelerin bağımsız olduğunu söylemek mümkün değildir.

1948 yılında Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi imzalandı. BM Genel Kurulu, BM Uluslararası Hukuk Komisyonu’na çağrıda bulunarak daimi olarak görev yapması planlanan Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsünün hazırlanmasını istedi. Ancak araya soğuk savaş girdiğinden bu girişimler askıya alındı.

1989 yılında Trinidad ve Tobago devleti, “sınıraşan nitelikteki uyuşturucu ticareti” suçunun yargılanması için daimi ve evrensel nitelikte bir Uluslararası ceza mahkemesinin Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulmasını teklif etti. Yapılan bu teklif UCM’nin kuruluşuna giden süreci de başlatmış oldu.

1990’lara gelindiğinde; soğuk savaş sonrasında S.S.C.B’nin dağılmasının ardından Eski Yugoslavya’da karışıklık baş göstermişti. Özellikle Bosna Hersek’te yaşanan etnik çatışmaların yoğunlaşarak artması üzerine Birleşmiş Milletler nezdinde, Uluslararası bir mahkemenin kurulması gündeme geldi. 25 Mayıs 1993 tarihinde, Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 7. maddesine istinaden, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla Yugoslavya ile ilgili Uluslararası Ceza Mahkemesi (Inernational Criminal Tribunal For The Former Yugoslavia-ICTFY) kuruldu. Bu mahkemenin merkezi Lahey’dedir ve 2010 yılına kadar çalışmalarını bitirmesi beklenmektedir. (Sanık listesinin en başlarında yer alan ve Sırp Kasabı lakabıyla tanınan Radovan Karadziç 2008 yılında yakalandı. 2001 yılında yakalanan Slobodan Miloşeviç ise 2006 yılında hücresinde ölü bulundu.)

Eski Yugoslavya’da meydana gelen olayların sıcaklığı devam ederken 1994 yılında tüm dünyanın gözü bir anda Raunda’ya çevrildi. Ruanda’da yaşayan Hutu ve Tutsi kabileleri arasında yaşanan anlaşmazlıklar bir anda katliama dönüşmüştü. Hutuların Tutsilere ve ılımlı Hutulara karşı gerçekleştirdiği ve özellikle kesici aletlerin kullandığı ve yaklaşık 5 ay süren saldırılarda 800.000 insan vahşice katledildi. Vahşetin boyutları o kadar artmıştı ki parası olan kurbanlar, katillerine kurşun parası ödeyerek daha rahat bir ölümü satın alıyorlardı. Bu arada Birleşmiş Milletler olayların başından beri sessizliğini sürdürüyordu. Başarısız Somali operasyonundan sonra bölgeden uzaklaşmak isteyen ABD ise, öldürülen 10 BM askerini bahane ederek BM Barış Gücü Askerlerinin bölgeyi boşaltmasını sağladı. Bunun üzerine saldırılar daha da yoğunlaştı. Fransa’nın Hutuların yanında yer almasıyla katliamın boyutu daha da arttı. Ruanda’da yaşanan gerginliğin artması ve Uluslararası barışı tehdit etmesi üzerine Birleşmiş Milletler, Afrika Birliği Örgütü’nün ve diğer örgütlerin çalışmalarını desteklediğini açıkladı ancak olayların sona erdirilmesi için aktif bir rol üstlenmedi.

Savaşın sona ermesinden sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 1994 yılında aldığı 955 sayılı kararla Raunda Uluslararası Ceza Mahkemesinin (International Criminal Tribunal for Rwanda) kurulmasını kararlaştırdı. Mahkeme Tanzanya’nın başkenti Arusha’da kuruldu. Bu mahkemenin de çalışmalarını 2010 yılına kadar tamamlaması beklenmektedir.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda kurulan Eski Yugoslavya ve Ruanda Mahkemelerinin ortak özelliği Ad Hoc nitelikte olmalarıdır. Latince “amaca özel” manasına gelen ad hoc tabiri, bir soruna yönelik geçici bir çözümü anlatmak için kullanılır. 

Bu nedenle anılan mahkemelerin yargı yetkisi; belirli bir zaman dilimi içinde, belirli yerlerde işlenen Uluslararası ağır nitelikteki suçlarla sınırlı kalmıştır. Örneğin Ruanda Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi, 1 Ocak 1994 ile 31 Aralık 1994 tarihleri arasında işlenmiş suçlarla sınırlandırılmıştır.

Yaşanan bu acı tecrübeler, UCM’nin kurulması sürecini hızlandırdı. Daimi nitelikte görev yapması planlanan UCM’nin kurulması için yapılan çalışmalar sonunda 15 Haziran-17 Temmuz 1998 tarihleri arasında BM tarafından Roma’da bir konferans düzenlendi. Konferansın son gününde Uluslararası Ceza Mahkemesinin kuruluşunu, işleyişini, suçları, cezaları ve diğer konuları düzenleyen Roma Statüsü (Rome Statue) imzaya açıldı. Yapılan oylamada 120 ülke statünün kabulü yönünde oy verdi. ABD, Irak, Çin, Libya, İsrail, Katar ve Yemen’den oluşan 7 devlet aleyhte oy kullandı, 21 devlet ise çekimser kaldı. Türkiye, terörizm ve uyuşturucu kaçakçılığı suçlarının statüde düzenlenmemesi sebebiyle statüyü onaylamadı. (Ancak Türkiye’nin ısrarı ile bu suçların, Roma Statüsünün yürürlüğe giriş tarihinden başlayarak 7 yıl sonra toplanması öngörülen “Gözden Geçirme Konferansı” gündemine konularak tanımlanması yönünde karar alındı.)

Statünün 126. maddesi uyarınca en az 60 devletin onayı şartının gerçekleşmesiyle birlikte Uluslararası Ceza Mahkemesi 1 TEMMUZ 2002 tarihinde resmen kurulmuş oldu.

2009 yılı Mayıs ayı itibarıyla Roma Statüsünü 139 devlet imzalamış, 108 ülke ise onaylamıştır. Avrupa Birliği üyesi ülkelerinden sadece Çek Cumhuriyeti sözleşmeyi onaylamamıştır ancak bu ülke de onay aşamasına gelmiştir.

MAHKEMENİN ÖZELLİKLERİ

  • Eski Yugoslava ve Ruanda Mahkemeleri geçici olarak kurulmuş olmasına rağmen UCM sürekli nitelikte yargılama yapacak ilk mahkemedir.
  • Mahkeme, devletleri değil şahısları yargılamaktadır.
  • Mahkeme, ulusal ceza yargı yetkisini tamamlayıcı niteliktedir. Eğer ulusal mahkemeler yargılama noktasında isteksiz davranır, yetersiz kalır veya yargı yetkisini Uluslararası Ceza Mahkemesine devrederlerse UCM devreye girecektir.
  • Mahkeme, resmi sıfata dayalı herhangi bir ayırım yapmadan tüm zanlıları yargılama yetkisine sahiptir.

(Sudan devlet başkanı Ömer El Beşir, resmi sıfatı devam ederken yargılanan ilk kişidir. 

Oysa ki 11 Nisan 2000 tarihinde bir Belçika Soruşturma Hâkimi, ırki nefreti körükleyerek çok sayıda Tutsi sivilin katledilmesinde rolü olduğu iddia edilen Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin görevdeki Dışişleri Bakanı Abdulaye Yerodia Ndombasi hakkında Uluslararası tutuklama emri çıkarmıştı. Demokratik Kongo Cumhuriyeti hükümetinin başvurusu üzerine Lahey Adalet Divanı; anılan tutuklama emrinin, DKC’nin Dışişleri Bakanının Uluslararası hukuk tarafından sağlanan dokunulmazlık ve bağışıklığına saygı çerçevesinde iptal edilmesine karar vermiştir.

1989 yılında Fransız UTA Hava Yollarına ait Attentats isimli bir yolcu uçağına düzenlenen ve 170 kişinin öldüğü bombalı saldırıdan sorumlu olduğu gerekçesiyle 1999 yılında Libya Lideri Muammer Kaddafi aleyhinde Fransa’da dava açılmıştı. Paris İstinaf Mahkemesi, Kaddafi’nin egemen bağışıklığa sahip olmadığı yönünde verilen kararı onaylamış, ancak Fransız Temyiz Mahkemesi bu kararı bozmuştu. Bu kararla Temyiz Mahkemesi, Kaddafi’nin dokunulmazlığının kalkmadığına hükmetmiştir.)

ULUSLARARASI CEZA MAHKEMESİNİN YARGI YETKİSİ

Roma Statüsünün 4. maddesine göre, Mahkeme, statüde ön görülen görev ve yetkilerini, herhangi bir taraf ülkesinde ve özel bir anlaşma ile herhangi bir devletin ülkesinde uygular.

Bir devletin UCM’nin yetkisini kabul etmesi için kural olarak Roma Statüsünü onaylaması gerekir.

(İsrail Roma Statüsünü 31 Aralık 2000 tarihinde imzalamıştır. Ancak Statü parlamento tarafından kabul edilmediği için İsrail, Statünün tarafı değildir. Dolayısıyla mahkemenin yargı yetkisi dışındadır)

YARGI YETKİSİ TANINAN SUÇLAR

Roma Statüsünün 1. maddesine göre mahkemenin yargı yetkisi, Uluslararası toplumu bir bütün olarak ilgilendiren en ciddi suçlar ile sınırlıdır. Mahkeme, Statüye uygun olarak aşağıdaki suçlar hakkında yargılama yetkisine sahiptir:

  • Soykırım suçu
  • İnsanlığa karşı suçlar
  • Savaş suçları
  • Saldırı suçu

Statüde soykırım suçu, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları ayrıntılı olarak tanımlanmıştır. Ancak Statüde yer almasına karşın saldırı suçu bugün itibariyle tanımlanmamıştır.

YARGI YETKİSİNİN ROMA STATÜSÜNÜ KABUL EDEN DEVLETLER ZAMAN İTİBARIYLA YARGI YETKİSİ

Statünün 11. maddesine göre; Mahkeme, Statünün yürürlüğe girmesinden sonra işlenen suçlar üzerinde yargı yetkisine sahiptir. (1 Temmuz 2002)

Eğer bir devlet, Statü yürürlüğe girdikten sonra bu Statüye taraf olursa, devlet tarafından aksi bir bildirimde bulunulmadıkça Mahkeme, o devlet için yargı yetkisini sadece Statüye taraf olduktan sonra işlenen suçlar için kullanabilir.

YARGI YETKİSİNİN KULLANILMASINA İLİŞKİN ÖN KOŞULLAR

Statünün 12. maddesine göre;

  • Bir devlet, bu Statüye TARAF OLMAKLA 5. maddede bahsi geçen suçlarla ilgili olarak Mahkemenin yargı yetkisini kabul etmiş olur
  • Aşağıdaki devletlerden bir veya daha fazlası Statüye TARAF İSE YA DA 3. PARAGRAFA UYGUN OLARAK YARGI YETKİSİNİ TANIMIŞ İSE Mahkeme … yargı yetkisini kullanabilir
    • Toprakları üzerinde sorun teşkil eden olayın meydana geldiği devlet ya da suç, bir uçak veya gemide işlenmiş ise gemi veya uçağın kayıtlı bulunduğu devlet,
    • Suçlanan kişinin vatandaşı olduğu devlet
  • Bu Statüye taraf olmayan devlet … Mahkeme Yazı İşleri Dairesine sunacağı bir bildirge ile suç konusu olayla ilgili olarak Mahkemenin yargı yetkisini kabul edebilir.

(Mahkeme önündeki davalardan Demokratik Kongo Cumhuriyeti davası, DKC devlet başkanının mahkeme savcısına gönderdiği ve ülkesinde işlenen suçların UCM tarafından soruşturulmasını talep ettiği mektup neticesinde açılmıştır.

Bu madde kapsamında Filistin Adalet Bakanı Ali Haşan, 21 Ocak 2009 tarihinde UCM’ye bir mektup göndererek mahkemenin yargı yetkisini tanıdığını bildirmiştir). (Bk. Bölüm Sonucu)

YARGI YETKİSİNİN KULLANILMASI

Roma Statüsünün 13. maddesine göre Mahkeme, aşağıdaki koşullarda yargı yetkisini kullanabilir:

  • Bir veya birden fazla suçun işlenmiş göründüğü bir durumun bir TARAF DEVLET TARAFINDAN mahkeme savcısına bildirilmesi
  • Bir veya birden fazla suçun işlenmiş göründüğü bir durumun BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GÜVENLİK KONSEYİ TARAFINDAN mahkeme SAVCISINA bildirilmesi

(31.03.2005 tarihinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsünün 13/b maddesiyle kendisine verilen yetkiyi kullanarak 1593 numaralı kararı ile Darfur/Sudan’daki durumu UCM Savcılığına bildirmiştir)

  • Bir suçun işlendiğine dair savcı tarafından 15. madde gereğince soruşturma başlatılması

SAVCI

Statünün 15. maddesine göre savcı, Mahkemenin YARGI YETKİSİ ALANINA giren suçlarla ilgili bilgilere dayanarak kendiliğinden soruşturma açabilir.

(Bu madde kapsamında dünyanın çeşitli ülkelerindeki Sivil Toplum Kuruluşları ve Bolivya hükümeti, son Gazze saldırıları sebebiyle UCM savcılığına suç duyurusunda bulunmuşlardır. Yapılan bazı başvurularda YETKİ HUSUSUNDA kullanılan argümanlardan en güçlü olanı; suça karışmış İsrail askerlerinin bazılarının, Roma Statüsünü onaylayan devlet vatandaşı olmaları (çifte vatandaşlık taşımaları)dır. Bu sebeple suça karışan sorumlular hakkında dava açılması muhtemeldir.)

BÖLÜM SONUCU

  • İsrail, Roma Statüsünü onaylamadığı için bu statüye taraf değildir. Statüye taraf olmayan bir devlet vatandaşının kural olarak UCM’de yargılanması söz konusu değildir.
  • Filistin’in devlet statüsü tartışmalı olduğu için Roma Statüsünün şu an itibariyle Filistin tarafından kabulü gibi bir durum söz konusu değildir. Böyle bir durum söz konusu olsa bile mahkeme ancak statünün onaylandığı tarihten itibaren işleyecek suçları soruşturacaktır.
  • Statünün 12. maddesine dayanarak Filistin Adalet Bakanı UCM’ye müracaat etmiş ve mahkemenin yargı yetkisini kabul ettiklerini bildirmişse de yine Filistin’inin devlet statüsü sorunu sebebiyle bu müracaata karşı olumlu bir cevap verilmesi zayıf bir ihtimal olarak görülmektedir.
  • İsrailli zanlıların Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanması ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla mümkündür. Ancak Konsey’in böyle bir karar alması Amerika’nın varlığı ve daimi üyelik statüsü devam ettiği müddetçe mümkün gözükmemektedir.
  • Aynı şekilde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, Eski Yugoslavya ve Ruanda Mahkemeleri gibi ad-hoc mahkemeler kurması beklenmemelidir. Sürekli görev yapan bir mahkemenin varlığı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin, statünün tarafı olmayan bir ülkede işlenen suçların yargılanması için UCM’yi yetkili kılabilecek bir konuma sahip olması bu aşamadan sonra bir ad-hoc mahkeme kurulması ihtimalini tamamen ortadan kaldırmaktadır.
  • İsrail vatandaşı olduğu halde aynı zamanda Statüyü onaylayan başka bir devletin vatandaşlığını taşıyan zanlıların UCM’de yargılanması mümkündür. Ancak bu kaygı dolayısıyla İsrail, saldırılarda rol alan asker ve komutanların kimliklerini gizlemekte ve fotoğraflarının çekilmesini ve yayınlanmasını engellemeye çalışmaktadır. Bu noktada herhangi bir soruşturma açılsa bile fail açısından ispat sorunu gündeme gelebilecektir.

II.  BÖLÜM

EVRENSEL YARGI YETKİSİ VE İSRAİLLİ SORUMLULARIN ULUSAL MAHKEMELERDE YARGILANMASI SORUNU

GİRİŞ

1935 tarihli “Harvard Ceza Yargılamasına Dair Taslak Sözleşmesi” ne göre devletler aşağıda belirtilen ilkeler doğrultusunda ceza yargılaması yapmaya yetkilidir.

1. Yer yönünden yetki ilkesi (Jurisdiction based on the territoriality principle)

Her devlet kendi hakimiyet alanı içerisinde işlenmiş suçları yargılayamaya yetkilidir.

2. Etken kişilik ilkesi (Jurisdiction based on the active personality principle)

Bir devlet, kendi sınırları dışında suç işleyen vatandaşını yargılama yetkisine sahiptir.

3. Edilgen kişilik ilkesi (Jurisdiction based on the passive personality principle)

Bir devletin vatandaşı, sınır ötesinde işlenmiş bir suçun mağduru olmuşsa, mağdurun tabi olduğu devlet ülke dışı yargılama yetkisine sahiptir.

4. Koruma ilkesi (Jurisdiction based on the protective principle)

Bir devletinin güvenliğine, milli sembollerine, ekonomik çıkarlarına ya da kurumlarına karşı suç işlendiğinde, ilgili devletin yargılama yetkisi vardır.

5. Evrensel yetki ilkesi (Universal Jurisdiction)

Bazı suçların ağırlığı nedeniyle her devletin, kendi sınırları dışında, başka bir ülke vatandaşının yine başka bir ülke vatandaşına karşı işlemiş olduğu suçları yargılama yetkisi vardır. (Bu yetki çok az ülke tarafından kullanılmaktadır.)

EVRENSEL YARGI (UNIVERSAL JURISDICTION)

Evrensel yargı ilkesi, Uluslararası Ceza Hukukunun en tartışmalı konuları arasında yer almaktadır. Evrensel yetki, insanoğluna karşı işlenen savaş suçları, soykırım, esir ticareti, korsanlık, eşkıyalık gibi suçların doğasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle suçun işlendiği yer, failin milliyeti, mağdurun milliyeti ya da bu sayılanların yargılamayı yapacak devlet ile bağlantısının olup olmaması, yargı yetkisinin kullanılması açısından gerekli görülmemiştir.

TARİHİ SÜREÇ

Bazı hukukçular, evrensel yargı yetkisini Roma Hukukuna kadar dayandırmışlardır. Iustinianus tarafından 5. yüzyılda derlenen Corpus Iuris Civilis isimli külliyatta zanlının yakalandığı yerde yargılanması gerektiğine ilişkin hükümlerin varlığı bu yaklaşıma delil gösterilmiştir.

Uluslararası Hukukun babası olarak tanınan ünlü Hollandalı düşünür Hugo Grotius 1625 yılında “Savaş ve Barış’ın Hakları Üzerine” isimli bir eser yazmıştır.

Bu eserinde Grotius;

“Krallar, ve krallara denk güçlerle teçhiz edilmiş olanlar, sadece kendileri veya tebaalarına karşı işlenmiş kötülüklere değil ayrıca kendilerini özellikle ilgilendirmeyen ama tabii hukuku ve milletler hukukunu ihlal edenleri de cezalandırmak hakkına tam olarak haizdirler.…Çünkü başkalarının intikamlarını almak kendi intikamını almaktan daha onurludur. Krallar kendi egemenlikleri altındakiler kadar bütün insanlık ailesinden de sorumludurlar”

demiştir. Grotius’un bu sözleri, 1961 yılında Eichmann davasında verilen İsrail Bölge Mahkemesinin kararının gerekçesinde aynen yer almıştır.

16. yüzyılda Alman ve İtalyan Devletlerinde; korsanlık, köle ticareti veya haydutluk gibi suçlar, bu suçların işlendiği yerler dikkate alınmadan yargılanmış ve failler cezalandırılmıştır.

Birinci Dünya Savaşı sonrasına Almanya, galip devletlerin baskısıyla Leipzig Savaş Suçları Mahkemesi kurmuş ve savaş suçu işleyen vatandaşlarını yargılamıştır.

1927 yılında Birinci Ceza Hukuku Uyumlaştırma konferansı düzenlenmiş ve “Varşova Formülü” diye adlandırılan sonuç bildirisinde; Uluslararası toplumun maddi ve manevi menfaatlerini tehdit eden suçlar listelenmiştir. 

Bu suçlar; korsanlık, madeni ve kâğıt para kalpazanlığı, köle ticareti, kadın ve çocuk ticareti, kamuya yönelik tehlike oluşturacak herhangi bir aracın kasıtlı kullanımı, uyuşturucu ticareti ve müstehcen yayın ticaretidir.

Bu suçların, suçun işlendiği yer ve failin milliyeti dikkate alınmadan yargılanması gerektiği esas alınmıştır.

Yukarıdaki suç listesine 1931 yılında; denizaltı kanal ve iletişim kablolarına saldırı suçu ve 1932 yılında bulaşıcı hastalık yayma suçu eklenmiştir.

Akademik düzeyde yapılan toplantılarda alınan kararların haricinde Birleşmiş Milletler öncülüğünde, evrensel yetki kuralını içeren birçok anlaşma imzalanmıştır.

Özellikle 2. Dünya Savaşı tecrübesinden sonra 1949 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmeleri, bunlara ekli protokoller ve 1984 tarihli BM İşkenceye Karşı Sözleşme örnek gösterilebilir.

1949 TARİHLİ CENEVRE SÖZLEŞMELERİ

1949 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmeleri 4 tanedir. 

I. Sözleşme: Savaş Halindeki Silahlı Kuvvetlerin Hasta ve Yaralılarının Vaziyetlerinin Islahı Sözleşmesi

II. Sözleşme: Silahlı Kuvvetlerin Denizdeki Hasta, Yaralı ve Kazazedelerinin Vaziyetlerinin Islahı Sözleşmesi

III. Sözleşme: Savaş Esirleri Hakkında Tatbik Edilecek Muameleye Dair Sözleşme

IV. Sözleşme: Savaş Zamanında Sivillerin Korunmasına Dair Sözleşme

Bu sözleşmelere 1977 yılında iki protokol eklenmiştir. Bunlar;

1. Protokol: Uluslararası Silahlı Çatışmalarda Mağdurların Korunması Protokolü

2. Protokol: Uluslararası Olmayan Silahlı Çatışmalarda Mağdurların Korunması Protokolü

1. Cenevre Sözleşmesinin 49. maddesi, 2. Cenevre Sözleşmesinin 50. maddesi, 3. Cenevre Sözleşmesinin 129. maddesi ve 4. Cenevre Sözleşmesinin 146. maddesi, evrensel yetki kapsamında sözleşmeci taraflara suçların soruşturulması ile ilgili yükümlülük yüklemiştir.

Savaş Zamanında Sivillerin Korunmasına Dair 4. Cenevre Sözleşmesinin 146. maddesi aynen şöyledir:

Yüksek Sözleşmeci Taraflar, aşağıdaki maddede tayin edilen işbu sözleşmeyi vahim surette ihlal eden hareketlerden birini işleyen veya işleme emrini veren kişilere uygulanacak uygun cezai müeyyideleri tespit için gerekli tüm yasama tedbirlerini almayı taahhüt ederler.

Her sözleşmeci taraf, bu vahim ihlal hareketlerinden birini işlemek veya işleme emrini vermekle şüphelenilen şahısları aramaya mecburdur ve bunları, milliyetleri ne olursa olsun, bizzat kendi mahkemesine sevk edecektir. Sözleşmeci taraflardan her biri, eğer tercih ederse ve bizzat kendi mevzuatında öngörülen şartlara göre, bu şahısları takibatla ilgili diğer sözleşmeci bir tarafa da yargılanmak üzere teslim edebilir. Yeter ki bu sözleşmeci taraf, anılan şahıslar aleyhinde yeterli suç delillerine sahip olsun.

EVRENSEL YARGI YETKİSİNİ KULLANAN ÜLKELER VE BU YETKİYE DAİR BAZI ÖRNEK UYGULAMALAR

Cenevre Sözleşmeleri, sözleşmeci taraflara her ne kadar iç hukuklarında evrensel yetki konusunda bir düzenleme yapma görevi yüklemişse de bu yetkiyi iç hukukuna aktaran ve kullanan ülke sayısı çok azdır.

Evrensel ceza yargılama yetkisini kullanan ülkeler; Amerika Birleşik Devletleri, İspanya, Avustralya, Avusturya, Danimarka, Belçika, Kanada, Hollanda, İsrail, Fransa, Almanya, Senegal, İsviçre, İngiltere ve Türkiye’dir.

İSRAİL ÖRNEĞİ (EVRENSEL YETKİ ÖRNEĞİ AÇISINDAN EICHMANN DAVASI)

II. Dünya Savaşı sırasında Yahudilere karşı yok etme harekatı içinde önemli görev üstlenen nazi subayı Adolf Eichmann, savaş sonrasında Arjantin’e taşınmış, kendisine çıkarılan başka bir kimlikle yaşamaya başlamıştır.

Yıllar sonra Mossad tarafından İsrail’e kaçırılan Eichmann; 1961 yılında savaş suçu, insanlığa karşı suç ve soykırım suçu nedeniyle yargılayarak idama mahkûm edilmiştir. Eichmann, suç zamanında İsrail’in var olmadığı ve İsrail’in yargı yetkisinin bulunmadığını savunarak kararı temyiz etmiştir.

Ancak İsrail Yüksek Mahkemesi; “Temyiz edene atfedilen bütün suçlar uluslararası karaktere sahip oldukları kadar şeytani ve cinai etkileri nedeniyle uluslararası toplumun istikrarını en derin temellerine kadar sarsacak içeriktedirler. İsrail Devleti, bu yüzden evrensel yetki ilkesine uygun olarak; uluslararası hukukun koruyucusu ve uygulanmasının vasıtası olarak temyiz edeni yargılama hakkına sahiptir. Davanın bu niteliğinin olması nedeniyle, İsrail Devleti’nin suçların işlenme zamanda var olmaması önemsizdir” diyerek Kudüs Bölge Mahkemesinin kararını onamıştır.

(-Bir tavsiye olmamakla birlikte- Gerek Gazze’de yaşanan son saldırılardan, gerekse daha önceki olaylardan ötürü İsrailli zanlıların yargılanması için İsrail mahkemelerine müracaatta bulunmak mümkündür.)

BELÇİKA ÖRNEĞİ

Belçika ilk olarak 1993 yılında; kasten adam öldürme, biyolojik deneyler dahil olmak üzere işkence veya gayri insani muamele, mülkiyete büyük ölçüde zarar verme gibi konularda evrensel yetkinin kullanılmasına ilişkin yasal düzenleme yapmıştı. 

1993 yılında çıkarılan “Uluslararası İnsalcıl Hukukun Ağır İhlallerinin Cezalandırılması Yasasını”nın kapsamı Ruanda’da yaşanan soykırım neticesinde 1999 yılında genişletildi. Bu tarihte Belçika; soykırım ve insanlığa karşı suçları da ceza kanununa ekledi.

Belçika aynı yıl; ceza usulü alanında da bir değişiklik yaptı. Yapılan düzenlemeyle

1) Belçika mahkemelerine sanığın yokluğunda yargılama yapma yetkisi tanındı. Bu kapsamda sanığın milliyetinin ve Belçika’da ikâmet etmesinin önemsiz olduğu kabul edildi.

2) Sanığın devlet görevlisi olması sebebiyle dokunulmazlık zırhına sahip olmasının yargılamayı engellemeyeceği yönünde kural getirildi.

Butare Dörtlüsü Davası

Ruanda’da işlenen suçlar nedeniyle açılmıştır. Yargılama sonunda 4 sanık, 12 yıl ile 20 yıl arasında değişen cezalara mahkûm edilmiştir.

Ariel Sharon Davası

1982 yılında İsrail Lübnan’ı işgal etmişti. İşgaller sırasında, Savunma Bakanı olan General Ariel Sharon komutası altındaki sığınma kamplarında kitlesel ölümler, tecavüzler ve sivillerin kaybolması olayları meydana geldi. Yaşanan katliamlarda yaklaşık 2.000 kişi hayatını kaybetti. İsrail Parlamentosu, olayların akabinde bir soruşturma komisyonu kurdu ve komisyon yaptığı araştırma sonucunda Sharon’un, yaşanan katliamlardan sorumlu olduğuna karar verdi. Ayrıca Birleşmiş Milletler, büyük bir çoğunlukla aldığı kararla yaşanan katliamı kınadı ve bu olayları “soykırım” olarak değerlendirdi.

Sabra ve Şatilla katliamında hayatını yitiren maktüllerin yakınları olan 23 kişi İsrail Başbakanı Ariel Sharon ve General Amos Yaron’un yargılanması için Belçika makamlarına 18 Haziran 2001 tarihinde şikayet dilekçesi verdiler. 

Verilen dilekçe doğrultusunda yapılan soruşturma ve açılan dava yaklaşık iki yıl sürdü. Bu süre zarfında İsrail, ABD ve bazı devletler Belçika’ya yoğun bir şekilde baskı yaptılar. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Belçika’yı açıkça tehdit ederek, evrensel yetki yasasının kaldırılmaması halinde NATO karargâhının Belçika’dan Polonya’ya taşınacağını belirtti. Çok sayıda kişinin işsiz kalacağından endişe eden Belçika 2003 yılında evrensel yetki yasasında sınırlama getirdi. Yapılan değişiklikle bu yetkinin kullanılması, failin veya mağdurun Belçikalı olması veya failin, suçun işlendiği tarihten önce en az 3 yıl Belçika’da ikâmet ediyor olması şartına bağlandı. Böylece Sharon aleyhinde görülen dava, yetki nedeniyle reddedildi.

(Sabra ve Şatilla katliamları sırasında Hristiyan Falanjist Milislerin istihbarat şefliğini yapan Elias Hobeika 24 Ocak 2002 tarihinde Beyrut’ta arabasına düzenlenen bombalı bir saldırıda öldürüldü. Hobeika, Sharon aleyhinde açılan davanın en önemli tanığı olarak gösteriliyordu. Öldürülmeden bir gün Hobeika ile görüşen Belçika Adalet Komisyonu Başkanı Senatör Jose Dubie, Hobeika’nın kendini tehdit altında hissettiğini, Sabra ve Şatilla ile ilgili söyleyecek çok sözü olduğunu ve bunları davaya sakladığını kendisine söylediğini ifade etmişti. Saldırıdan sonra tüm gözler İsrail’e çevrildi.  İsrail her ne kadar bu saldırı ile ilgisinin bulunmadığını açıkladıysa da bu açıklama kimseyi tatmin etmedi. Resmen kanıtlanmış olmasa da bu saldırının Mossad tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Bu da İsrail’in, Belçika’da görülen davayı ne kadar ciddiye aldığını gözler önüne sermektedir.)

İSPANYA ÖRNEĞİ

İsrail, 22 Temmuz 2002 tarihinde Gazze’ye yönelik hava saldırısında bir tonluk bir bombayı Hamas üyesi Salah Shehadeh’in de içinde bulunduğu bir evin üzerine bırakmış, meydana gelen patlamada Shehadeh ile birlikte 15 kişi hayatını kaybetmiş, 115 kişi de yaralanmıştı. Bu saldırı dolayısıyla İspanya Ulusal Mahkemesi Yargıcı Fernando Andreu, dönemin Savunma Bakanı Binyamin Ben Eliezer ve 6 üst düzey askeri yetkili hakkında soruşturma başlattı. Soruşturma halen devam etmektedir. 

(Soruşturma kararı üzerine İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, bu soruşturmayı sona erdirmek için elinden gelen her şeyi yapabileceğini söyledi. İsrail Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan Tzipi Livni ise İspanya Dışişleri Bakanı Miguel Angel Moratinus’a telefon ederek mahkemenin girişimini engellemeye çalıştı. İspanya Hükümeti, soruşturmanın başladığı ilk günlerde İsrail’e cevap olarak adalete müdahale etmeyeceğini bildirmişti. Ancak İspanya Dışişleri Bakanı, soruşturmanın sona erdirilmesi için elinden geleni gayreti sarf etmiştir. Bu kapsamda bir yasa değişikliğine gitmeyi planladıklarını açıklamıştır.)

TÜRKİYE ÖRNEĞİ

Türkiye, 2004 yılında kabul edilen 5237 Sayılı (yeni) Türk Ceza Kanunu ile evrensel yargı yetkisi ilkesini benimseyerek iç hukukunda düzenlemiştir. 

Bu ilke doğrultusunda; soykırım suçu, insanlığa karşı suç, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçları Türk Ceza Kanunu’nda yerini almıştır. Sayılan suçların dışında “savaş suçu” kavramı Türk Ceza Kanunu’na girmemiştir. 

Türk Ceza Kanunu’nun 13. maddesinde; sayılan suçların vatandaş veya yabancı tarafından, yabancı bir ülkede işlenmesi halinde Türk kanunlarının uygulanacağı belirtilmiştir. Ancak bu yetkinin kullanılması Adalet Bakanı’nın talebine (veya iznine) bağlı kılınmıştır. 

İsrail’in 27 Aralık 2008 ile 21 Ocak 2009 tarihleri arasında Gazze’ye yönelik saldırısı nedeniyle çeşitli sivil toplum kuruluşları savcılıklara suç duyurusunda bulundu. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma dosyası, Adalet Bakanlığının soruşturmaya izin vermemesi sebebiyle işlemden kaldırıldı.

III. BÖLÜM

ALTERNATİF HUKUK YOLLARI

  1. Birden fazla ülkenin bir araya gelerek bölgesel mahkemeler kurmaları ve Uluslararası ağır suçları yargılamaları önünde teorik olarak herhangi bir engel yoktur. Kurulacak mahkemede eğer sadece İsraillilerin yargılanması ön görülürse pek sorun çıkmayacaktır. Ancak evrensel ve objektif nitelikte hazırlanacak bir tüzük kapsamında, mahkemeyi kuran devletlerin yetkililerini de yargılamaya yetkili bir mahkeme söz konusu olursa bu öneriye yanaşacak devlet bulmak zor olacaktır.
  2. Sivil nitelikte vicdan mahkemeleri kurularak yargılama yapmak mümkündür. Şimdiye kadar kurulan sivil mahkemelere iki örnek verilebilir;
    • Russell Mahkemesi (Russell Tribunal or Russell-Satre Tribunal): İngiliz filozof Bertrand Russel önderliğinde, ABD’nin Vietnam’da işlediği savaş suçlarını araştırmak ve dünya kamuoyuna duyurmak için kurulmuştur. Mahkeme 1966 yılında kurulmuş, oturumları ise 1967 yılında Stockholm ve Kopenhag’da yapılmıştır. Mahkemenin idari başkanlığını Fransız düşünür Jean Paul Satre yapmıştır. Russell Mahkemesi, dinlenen tanıklara ve Vietnam’da araştırma yapan bir heyetin raporuna dayanarak karar vermiştir. 
    • Irak Dünya Mahkemesi (World Tribunal on Iraq): ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesinin ardından Russell Mahkemesi örnek alınarak kurulmuştur. 3 yılda toplam 18 oturum yapılmıştır. Son oturum İstanbul’da yapılmıştır. Belirtmek gerekir ki bu mahkemelerin kuruluş amacı, devletlerin yerine geçerek suç işleyenlere yaptırım uygulamak gayesiyle insanları yargılamak değildir. Zaten sivillerin cezai yaptırım uygulaması pratikte de mümkün değildir. Bertrand Russell “Bizler yargıç değiliz. Bizler tanığız. Görevimiz, insanoğlunun suçların tanıklığını üstlenmesini sağlamak ve insanlığı Vietnam’da adaletin safında birleştirmektir” diyerek mahkemenin amacını açıklamıştır. Irak Dünya Mahkemesinin üyesi olan Richard Falk ise aynı şekilde; “Bu mahkemenin amacı, gerçekleri en açık ve ikna edici şekilde sunmaktır” tespitinde bulunmuştur.

SONUÇ VE ÖNERİLER

  • Uluslararası Ceza Mahkemesi, 3. Dünya Ülkeleri vatandaşlarını yargılayan bir anlayıştan çıkartılıp daha adil ve işlevsel hale getirilmelidir. Bu sebeple Roma Statüsünü kabul eden devletler başta olmak üzere bütün devletlerin etkili formüller üretmesi gerekir.
  • Evrensel yargı yetkisi ilkesinin tüm dünyada uygulanması için çalışmalar yapılmalıdır.
  • Türk Ceza Kanununa “savaş suçları”nın da dahil edilmesi ve 13. madde ile konulan sınırlamanın kaldırılması veya esnetilmesi gerekir.
  • İsrail, ulusal mahkemelerde görülen davaları ciddiye almakta ve açılan davalardan rahatsızlık duymaktadır. Bu sebeple evrensel yargı yetkisini kabul eden ülkelerde mümkün olduğunca suç duyurusu yapmak gerekir. Ancak bu noktada Filistinlilere de lojistik destek sağlama yükü düşmektedir. Mağdur kişi veya aileler bazında spesifik dosyalar hazırlanmalı bu dosyalarda; mağdurların ve (biliniyorsa faillerin) kimlikleri, yaşanan olayların ayrıntıları, tespit edilen suç delilleri gibi bilgi, belge ve materyallerin yer alması gerekir. 
  • Russell ve Irak mahkemeleri gibi geniş katılımlı ve nitelikli bir vicdan mahkemesinin kurulması bir ihtiyaçtır.